Rüzgara, yollara, gemilere,
yelkenlere götüren şiirlerle sessizce giden bir yolcu. Farklı olayların bir
kafeste buluştuğu cümleler hikayecisi… Şiirlerin, hikayelerin,
düşüncelerin, dergilerin, konferansların, toplantıların mütevazi insanı Suavi
Kemal Yazgıç Bey’le diri bir söyleşi yaptık. Buyurun:
Türkiye’de bugün yazar sayısının binden fazla
olduğunu duyuyoruz. Bir yandan bu kadar kişi yazıyor çiziyorken diğer taraftan
bu insanlar sadece bu işle nasıl geçiniyor diye meraklanmadan edemiyoruz.
Yazarak geçinmek mümkün müdür?
Yazar sayısını neye göre hesaplamışlar pek anlayamadım.
Acaba köşe yazarı sayısına göre mi? Onların da çoğunun yazarak
geçinemediğine şahidim. Köşelerinden dolayı astronomik gelirleri olup ‘yazar’
olmayanlar da ayrı bir bahis bu arada. Ancak onların da yazarlık maharetlerinden
daha farklı yönleri tedavülde. Zamanları gelince de tedavülden kalkıveriyorlar
zaten. Türkiye’de yazı ile geçinenlerin sayısı tahminlerin de çok
altındadır.
Bu arada hatırlatmam gereken bir şey daha var. Yirmi
senedir yazıp, yazarak geçinememiş birine soruyorsunuz bu soruyu… Bugüne
kadar çoğu zaman editörlük yaparak yani başkalarının yazılarını yayına hazır
hâle getirerek medarı maişet vapuruna yakıt buldum. Şimdilerde ‘okuyarak’ yani
redakte ederek maaşımı hak etmeye çalışıyorum. Okurluk yazarlıktan daha çok
para ediyor galiba. Yine yazıyorum ama yazarak kazandıklarım geçimimi temin
etmemi mümkün kılmıyor. Bunu bilerek yazıyorum zaten. Böyle yapmayı bir
idealizm olarak da görmüyorum.
Sizin hem şiir hem de hikaye çalışmalarınız
oldu. Yazı yazma hikayeniz nasıl başlamıştı?
Çok erken yaşta heves ettim yazmaya. İlkokuldaydım daha.
Çok somut bir hikayem yok. Rahmetli annem bir okurdu. Onun için bir roman
yazmaya heves ettim. Hâlâ da yazabilmiş değilim o ayrı… Yazıyı seçtim demek çok
iddialı olur. Bir seçimde bulunamayacak kadar küçük yaştan beri yazmaya
çalışıyorum zira. Zaman zaman çocuğu boğulmaktan kurtardıktan sonra alkışlara
rağmen “beni kim itti?” diye soran gencin psikolojisini yaşasam da bu
böyle…
İlk şiir kitabınız Mevlâna’nın “Şiir siyah bir
buluta benzer / Onun arkasına saklı ayı severim ben.” sözleriyle başlıyor. Bu
sözün üzerine soru sormak pek kolay değil ama sizde şiir neyin karşılığı
olarak duruyor?
Şiir biraz kendimi tanıma, kendimi derli toplu ve ‘bütün’
görmeye çalışma gayreti galiba. Kimseyle yarışmak için yazmıyorum. Şiirin
fevkalade insanüstü bir şey olduğunu düşünen modern fikri, şairlik payesinden
bir mesihmiş gibi bahseden nevzuhur saplantıları doğru bulmuyorum. Çünkü şiir
benim için ‘mahrem macera’. Öyle ise neden yayınlıyorum? Yayınlanmayan şiir
eksik kalıyor sanki… Yayınlandıktan sonra da hem şiir hem de ben
özgürlüğümüze kavuşuyoruz.
Türkiye’de ‘edebiyat ortamının’ kutuplaşmalara
itilmesinin ya da nitelik kaybına uğratılmasının sebebi nedir?
Uzun zamandır kutuplaşmadan ziyade, klikleşme veya
kabileleşme var belki de. Kutuplaşma daha eski dönemin hastalığı idi.
Şimdilerde kutuplaşmaya bile hasretim esasen. Zira kutuplaşma varken insanlar
şimdikinden daha geniş bir çevreye dikkat kesiliyorlardı. Kutuplaşma bir
marazdı şimdi onun daha ileri bir safhasındayız belki de… “Hangi dünyaya kulak
verse diğerine sağır” olan yazarlar daha küçük ve dar çevrelerle
sınırlıyorlar kendilerini. Bu sınır zaman zaman o kadar küçülüyor ki kendi
egosundan öteye köy kabul etmeyen insanlar peydahlanıyor.
En önemli kültür meselemiz nedir?
Kültür artık bir sorun olmaktan çıktı. Ancak kültür
‘sorun’suzluğumuz kendini sorumsuz hissetmenin ürünü. Üzerine fiyat
etiketi yapışmayan ve yakışmayan hiçbir şey dert değil. Bir ‘tüketim’
kültüründen bahsediliyor uzunca zamandır. Bir kültür meselemiz bile yok
artık. En önemli kültür meselemiz da bu bence.
Bize bir genç söyleyin, ona bakalım ve
kendimizi bir hizaya çekelim. Kim olurdu bu? Dikkate aldığınız özelliği nedir?
Hizaya çekecek genç deyince aklıma ilk önce Hz. Ali geldi.
Dikkate aldığım özelliği ise ilim beldesinin kapısı olması elbette.
İnternetle tam anlamıyla 2000’lerin başında
tanışmamıza rağmen bizim için artık radyodan, televizyondan, yazılı basından
daha öncelikli bir iletişim aracı oldu. Yaşanan bu hızlı gelişmeler
internete adapte olmakta sorun yaşamayan gençliği ‘zombi’ mi yap(ıyor)tı?
Herkesin ‘kendi ekranı, kendi dünyası’ mı var artık? Geldiğimiz noktayı kendi
pencerenizden tahlil edebilir misiniz?
Radyo, televizyon ve yazılı basın da ilk çıktıkları
vakitlerde internetin uğradığı eleştirilere benzer eleştirilere maruz kalmışlardı.
Bâtıl olanı yaymak konusunda diğer araçlar ne hükmündeyse internet de
nicelik olarak olmasa da nitelik olarak aynı hükümde. Best seller
kitaplar da sonuçta ‘kendi ekranı, kendi dünyası’ olan ama ekran yerine selüloz
parçası koyan bir hayat vazediyordu. Turistik yörelerin çöp sepetleri
okunup, tüketilerek terk edilmiş best sellerlara da son durak teşkil ediyor.
İnternete olan ilgi de benzer bir şey. Yani eskiden başka araçlardan
devşirilen şeyler şimdi sanal alemden devşiriliyor. Eski olan kayıp bir kıymet
veya hikmet barındırmayabilir yani. Bu yeni olandan ‘bulunmaz Hint
kumaşı’ kıymeti beklememiz gerektiği sonucuna da çıkarmaz.
Suavi Kemal Yazgıç Kimdir?
1972’de İstanbul’da doğdu. Yazıları, şiirleri ve hikayeleri
Ülke, Yedi İklim, Dergah, Kırklar, Yeni Dergi, Eksen, Bu Ülkenin Çocukları,
Martı, Kanat ve benzeri pek çok dergide yayınlandı. Ayrıca Sağduyu, Yeni Şafak
ve Milli Gazete’de yazdı. Haftalık İntermedya Ekonomi ve Gerçek Hayat
Dergisi’nde çalıştı. Kitapları: Sebepsiz Serçe (Şiir)2001 Taş Suya Değince
(Şiir)2007 Kırk Gri Hırka (Hikaye) 2002 Avrupa Birliği (Araştırma).
