Yazmaya olan ilgisi ortaokul yıllarına kadar uzanıyor Halil
Kurbetoğlu’nun. Okulda çıkardıkları gazeteyle yazmaya başlıyor. Daha sonra
Çanakkale Şehitleri üzerine yazdığı yazı ile ikincilik ödülünü alıyor.
Hizmet-İş Sendikası’nın 2008 yılında Türkiye geneli düzenlediği yarışmada
birincilik ödülünü alıyor. Ve ÖNDER’in 50. yılı kutlamalarında bir Türkiye
birinciliği daha almasının ardından denemeyi
hayatının başköşesine oturtuyor.
Halil
Kurbetoğlu ile 3 yıllık çalışmasının ardından çıkarttığı ilk deneme kitabı
"Gam Defteri" üzerine konuştuk.
"YAZI HAKİKAT İÇİN İSTENİR YA DA YAZILIR"
Yazmaya
nasıl başladınız? İlk yazılarınızı nerede yayınladınız? Ve neden yazıyorsunuz?
sorusuyla başlamak isterim.
İlk yazdığım derli toplu yazı,
ilkokul dördüncü sınıfta öğretmenimin “geçirdiğiniz bir bayram sabahını” yazın
demesiyle başlamıştı. O gün üç buçuk sayfayı aşkın bir yazı yazdığımı ve hala
bayramın ilk saatlerini anlattığımı fark eden hocamız “sen de yazma kabiliyeti
var bu işin üzerinde durmalısın” demişti. O zamanlar bu uyarıyı fazla
önemsemediğimi ve hoşuma giden Ömer
Seyfettin, Kemalettin Tuğcu hikâyelerinde
gezinmeye devam ettiğimi anımsıyorum. Ta ki okullar arası münazara
yarışmalarında yine ilkokul sıralarında boy göstermeye başladığımız zamana
kadar… 4. Sınıfta okuduğum okul küçük bir köy okuluydu ve imkânları kısıtlıydı. Ben bir yandan hafızlık yaparken diğer
yandan derslerime hazırlanıyordum. Münazara yarışmaları başladığında
eksikliğimizi fark edip okuma ve araştırmaya, okuduklarımızı unutmamak için
yazmaya başlamıştık. Yazı bizim için sadece kayıt altına alınması gereken
bilginin deposu gibiydi. Fakat bunun bir sanat olduğunu ve ne derece öneme haiz
olduğunu ortaokulda idrak edecektim. Yani 8/A’nın Sesi Gazetesi’ni çıkartmaya
başlayınca. Bu küçük çaplı gazeteye yaklaşık on iki on üç yazı girilmesi
gerekirdi. Arkadaşlarım
kısa yazılar yazdığı için tüm okul adına çıkan gazeteyi doldurmak adına farklı
isimlerle yazılar yazmak zorunda kalırdım. İş benim omuzlarıma yıkılmıştı
anlayacağınız. O gün zorlanarak yaptığım bu işin benim gelişimime ne büyük
katkılarda bulunacağını çok sonra anlayacaktım. Kısaca bu gazete sayesinde
düzenli yazmaya başlamıştım. İlk yazılarım yine Samsun’da yerel bir gazete olan
Alperen Gazetesi’nde çıkmıştı. İlk kompozisyon ödülünü de Samsun ikinciliği ile
burada almıştım. AGD’nin düzenlediği Çanakkale
Şehitlerineatfen yapılan yarışmada yazdığım yazı ikinciliğe
layık görülmüştü. O gün iyi yazmanın ödüle layık bir iş olduğunu kavramıştım.
Ama hala yazmanın üzerinde/ bizatihi yazı üzerinde /derin düşüncelere sahip
değildim. Neden
yazmalıyım? Yazıdan murat nedir? Yazının maksud-i aslisi ne olmalıdır? Bunlara hala kesin ve keskin
bir cevabım olduğunu da düşünmüyorum. Ancak bir takım hisleri paylaşabilirim o
kadar.
Bildiğiniz gibi bir şey ya zatı için istenir yahut zatıyla bir başkasını elde etmek için. Kadim literatürde bunun adı ya “li aynihi” ve “li gayrihi” şeklinde geçer. Bana öyle geliyor ki yazı zatı için değil onun hedeflediği, kastettiği, işaret ettiği hakikat için istenir/yazılır.
Bildiğiniz gibi bir şey ya zatı için istenir yahut zatıyla bir başkasını elde etmek için. Kadim literatürde bunun adı ya “li aynihi” ve “li gayrihi” şeklinde geçer. Bana öyle geliyor ki yazı zatı için değil onun hedeflediği, kastettiği, işaret ettiği hakikat için istenir/yazılır.
Benim
için yazı ayı gösteren parmak mesabesindedir. Lakin ayı en güzel şekilde
gösteren parmak olmak yazarın hedeflerinden biri olmalıdır. Zülkarneyn kıssasında iki
seddin (Doğu ve Batı’nın) ortasında oturan ve “sözden/kelamdan” anlamayan
kabilenin yerilmesi gibi güzel konuşmayan güzel yazmayan toplulukların insani
gelişimini tamamlayamadığını düşünürüm hep. Kutsal kitapların da söze,
kelimeye, kaleme verdikleri önem ortada…
Birkaç örnekle açarsak, İncil
varlığı Söz’le başlatır. Tevrat çığlıkla. Çığlık da bir sözdür. Kur’an’ın
deyimiyle o çığlık “kün!”dür. “Ol!” Hintlilerde mesela Tanrıların tanrısı diye
geçer Tanrı Vak. Söz Tanrısı. O hepsinden büyük ve yüce olanıdır.
Yine Kur’an’a göre hepimiz
aslında bir kelimeyiz, yazıyız. Birer sözcüğüz apaçık bir kitapta yazan…
Hepimiz Kelamullah’ız. “Ve biz her şeyi apaçık bir kitapta kayda
geçirmişizdir..!” (Yasin-12)
Bu her şey içine insan da
girer. Tüm şey’ler gibi. Yine Adem (A.S) cennetten/Barış yurdundan/ uzaklaştırıldığında
ona Rab tarafından kelimeler ilga edilir. /Fetelegga
ademü min rabbihi kelimat/ Öyleyse kelimenin, yazının, kalemin kökü tıpkı insan
ruhu gibi Allah’a dayanır. İş bu yüzdendir kimi metinlerin
insanı ruhundan kavraması… Ona en olmayacak işleri yaptırması hep bu yüzdendir.
Bu yüzden Mekke müşrikleri Kur’an’ı işittiğinde “ha za sihrun Mübin”/ “Bu
apaçık bir sihirdir” demişlerdi.
Yazım, kökü itibariyle temiz,
tahir ve pak olanın, temiz, tahir ve pak olanlarca; kelimenin genetiğinin
korunması adına kaydedilmiş halidir. Allah’ın Adem’e emanet ettiği kelimenin
onurunu ve haysiyetini korumak vazifesi, yazarın asli duruşu olmalı…
"ETKİN GÜÇ KELİMELER, KAVRAMLAR VE DİL"
Neden
kelimeyi, dolayısıyla dili korumak? Kelime ve dili korumanın altındaki hikmet
nedir?

Sistemin
kurulmasında, yönetilmesinde ve devam etmesindeki etkin güç kelimeler,
kavramlar ve dil demek ki. Zira
yine Kur’an’ın ifadesiyle toplumsal düzen de önce kelamın bozulması ile
başlamıştı: Yuharrifune’l-kelâm/Kelimeleri tahrif ettiler…Devrimlere,
ihtilallere bakınız hep sonucunda veya başlangıcında dil büyük ölçüde ameliyata
yatırılır. Avrupa
Tarihi’nde eski ve yenilerin kavgalarına baktığınızda Latince’nin yenilikçiler
tarafından kullanılmak istenmemesi buna karşın eskilerin Latince’de diretmesi…
Fransız İhtilali sürecinde reformistlerin yine dil etrafında gezen tartışmaları…
Bizim tarihimizde Tanzimatçı, Servet-i Fünûncu, Fecr-i Atici’lerin
tartışmaları… En sonunda Cumhuriyet’in kuruluş döneminde dilin uğradığı radikal
değişikler bize fikir verebilir…
Bu
kavgada yer almak, Adem’e emanet edilen kelimenin ruhunu korumak, yazmaktan
muradın insana kalemle yazmayı öğreteni işaret etmek olduğu hakikatini bilip, ayı en iyi şekilde
gösterme mücadelesi benim için yazı yazmak…
"BÜTÜN DÜŞÜNÜRLER BİRBİRİNE BENZEYEN ZERRECİKLERDİR"
Gam Defteri, birbirinden farklı anlatılarda birbirine benzer
hikâyeleri aynı potada eriten denemelerden oluşuyor. Öncelikle böylesi bir
deneme kitabı nasıl ortaya çıktı?
Okuma faaliyetlerini lise
dönemlerinde arttırdığımda fark ettim ki yazı dünyası ile dış dünya arasında
büyük farklılıklar var. Dış dünyada karşımıza çıkan kalın çizgilerin,
tabuların, yıkılmaz sandığımız duvarların yazıda bir nebze ortadan kalktığını,
tonların daha bi grileşebildiğini fark ettim. Mutezili ve Sunni kelamcıların
tartışageldiği ve Gazali’nin son noktayı koyduğu Meratib’ül-Vücud meselesinde
olduğu gibi varlıklar dörde ayrılır: 1-Dıştaki varlık. Görünen elle tutulabilir
varlık. 2-Zihindeki varlık. 3- Dildeki varlık ve 4- Yazıdaki varlık.
Yazıda
varlığın dış dünyada olduğu kadar kavga içinde olmadığını ve tarihsel
devamlılığın, şeyler/düşünceler arasında geçişkenliklerin çok daha fazla
olduğunu düşünüyorum. Bir
sözü beş yüz yıl önce yaşamış bir şairden okuduğunuz gibi aynı dönemde veya çok
daha sonraki asırlarda farklı bir şairden de yakalayabilmek… Yahut kitabın arka
kapağında bahsettiğimiz gibi tarih tepesinden bakıldığında bütün düşünürleri
birbirine benzeyen zerrecikler olarak algılayabilmek… Söz gelimi Arthur
Schopenhauer’un Cinsel Aşkın Metafiziği’nde sadece kendisine ait olduğunu iddia
ettiği görüşleri ondan onlarca asır önce yaşayan Platon’un Şölen adlı eserinde
yakalayabilmek gibi…
Bu da bize gösteriyor ki
değişen yaklaşımlar/üsluplardır… Güneşin altında söylenmemiş söz yoktur.
Yazarlar kendi zaviyelerinden ayı işaret ederken farklı yöntemler/üsluplar
uygulamışlardır ve onları özgün kılan da budur.
"HER YAZAR SİZİN İÇİN BİR İLHAM OLABİLİR"
Birbirinin
içine geçen hikayeleri birbirinden hem ayırarak hem de birleştirerek farklı bir
üslupla anlatıyorsunuz. Metinlerarası bir üslup ve kurguyu nasıl oluşturdunuz?
Bu konuda ilham aldığınız bir yazar var mı?
Metinlerarasılık denen akımın bende etkileri olmuştur. Örneğin Cemil Meriç bunu ustalıkla kurgular. Kurgular arasında yeni bir kurgu inşa etme çabası. Her kurgunun bir bağlamı var elbette. Siz o bağlama esir kalmadan düşünebilir, benzerlikleri veya farklılıkları yakalayarak yeni bir kurgu yaratabilirsiniz. Böylece okuduğunuz her yazar sizin için bir ilham olabilir. O yüzden sadece şunlardan etkilendim diyemem.
Metinlerarasılık denen akımın bende etkileri olmuştur. Örneğin Cemil Meriç bunu ustalıkla kurgular. Kurgular arasında yeni bir kurgu inşa etme çabası. Her kurgunun bir bağlamı var elbette. Siz o bağlama esir kalmadan düşünebilir, benzerlikleri veya farklılıkları yakalayarak yeni bir kurgu yaratabilirsiniz. Böylece okuduğunuz her yazar sizin için bir ilham olabilir. O yüzden sadece şunlardan etkilendim diyemem.
Kitapta
aşıkın ve maşukun izini sürüyorsunuz. Denemelerinizin izinde soracak olursak
insan neden bir sevgili dost arar? Kısaca neden aşk arar?
Biz insanın bir amaç uğruna
yaratıldığına inanıyoruz. Herkesin bir amacı var. Öyleyse bu amacı bulmalıyız.
Bu amacı ararken bize Hızır gibi bir refik lazım. “İnsan Hazine Bekçisi” adlı
denememin başlarında ifade ettiğim gibi. Veya “Rıza” başlıklı denememde.
Dikkatli bir okur denemeler arasında da bir kurgu olduğunu hemen fark
edecektir.
"SEVİLEN ULAŞILMAZ GÖRÜNDÜĞÜNDEN KİBİRLİDİR"
Kitapta
sorduğunuz bir soru var ki bence size tekrar sormayı hak edecek kadar güzel.
Şöyle: “Sevilen neden bu kadar kibirli, kibir neden bu kadar sevilenin
sıfatıdır? Tevazu neden sevilenin iklimine uğramaz? Tevazu nedir sahiden?”
Fuzuli’nin diliyle yanıtlarsak:
“Tahammül mülkünü yıktın/ Hülagû Han mısın kafir? Aman dünyayı yaktın/ Ateş-i
sûzan mısın kafir?” dikkat ederseniz sevdiğine “kafir” sıfatı ile sesleniyor.
Tasavvufta buna naz makamı denir. Aşık-maşukun başka kimselerin hem-râz
olamadığı hallerinden biridir bu makam. Dışardan bakıldığında “itap” gibi gelir
ancak aslında naz makamında söylenmiş sözlerdendir. Abese’nin başındaki itaplar
gibi…
Sevilen ulaşılmaz göründüğünden
kibirlidir. Kibir, naz
ü sitem yapanın, yukarıda olanın ve yukarıdan bakanın sıfatıdır. Büyüğün ve
büyük gözükenin. İnsanlar için kullanıldığında büyük olana kibirli denmez.
Büyük gibi gözükmek isteyene denir ki bu bir hadsizliktir. Vaziyet bilmemektir. İş bu sebeple
kibir bizlerde kötü bir haslet. Bunun karşısında Arapça yerli yerine koymak
kökünden (V-Z-Ğ) gelen bir sözcüğü olumlu anlamda kullanırız: Tevazû. Tevazu alçakta gibi görünmek
değil bilakis nerede durduğunu, yerini bilmektir. ‘Hadbilirlilik’ diyebiliriz. Bir diğer nokta ise
yukarıda alıntıladığınız sözü söyleyen Aşık’tır. Aşık maşuğu ne şekilde
görmüşse o şekilde beyan etmiştir. Ancak Aşık maşuku böyle beyan etti diye
maşuk budur diyemeyiz. O Aşığın maşuka bakışıdır.
"KAYNAĞI BİLMEK, KELİMELERİN İFA ETTİĞİ TÜM GÖREVLERİ DERLİ
TOPLUCA KAVRAMAMIZA YARAR"
Bazı
yerlerde kelimeleri irdeleme işine girişiyorsunuz. Kelimeler, sözcük anlamları
dışında neler öğretiyor bize? Bu anlamda yararlandığınız başucu sözlükleriniz
nelerdir?
Etimoloji dediğimiz disiplin
bize kelimelerin çıkış yerini, menbaını öğretir. Kaynağı bilmek kelimenin ifa ettiği
tüm görevleri derli topluca kavramamıza yarar.Zamanla
unutulmuş, içi boşaltılmış kelimeleri/kavramları bize tekrar hatırlatır. Bu
minvalde Müstecâbî-zâde
İsmet'in Furuq-ı Elfaz’ı, İsmail Hakkı Bursevi’nin Kitab’ul-Furuk’u, Ebu Hilal
el-Askeri’nin El-Furuq fil’luğa’sı, Osmanlıca sözlüklerdenŞemseddin
Sami’nin Kumus-u Türki’si, Muallim Naci’nin Lugat-i Naci’si, İbrahim Cudî
Efendi’nin Lugat-ı Cudî’si, Divan-ı Lugati’türk tabi ki. Bir çırpıda aklıma gelen
kaynaklar bunlar ancak bunların yanında daha bir sürü, dilcilerin gerek bu
meyanda çalışmaları gerekse sözlükleri benim yazılarımı yazarken kullandığım,
faydalandığım eserler arasında yer alır.
"ISTIRABIM, İNSANLARIN UNUTTUKLARI YÜREK MESELESİNİ YENİDEN
İŞLEMELERİNE YARDIMCI OLMAK"
Denemelerinizi
yazarken en çok ıstırap duyduğunuz mesele neydi?
En çok ıstırabım (bu sesleniş
de Arthur Schopenhauer’a aittir) insanlar yoğun kapitalist-emperyal düzenin
saldırıları altında unuttukları yürek melesinin yeniden işlemelerine yardımcı
olmaktı…
"BİZİM MEDENİYETİMİZDE YER GÖK ŞİİR"
Deneme
yazmaya devam edecek misiniz? Bundan sonrası için neler planlıyorsunuz?
Yeni bir çalışma üzerindeyim.
Denemeyi bırakmayı düşünmüyorum. Deneme ucu açık bir alan. Ve kanaatimce çok
üzerinde durulmamış. Edebiyat Tarihi kitaplarında bile deneme ile ilgili
klasiklerin dışında çok bir bilgiye rastlayamazsınız. Zannımca ihmal edilmiş.
Bizim medeniyetimizde yer gök şiir tabi. Biz felsefe kitabını, tarih kitabını
bile şiirler yazan bir milletiz. Deneme biz de şiire göre çok daha yeni
diyebiliriz. Amacım bu türün olanaklarını kullanarak daha neler
yapılabileceğini göstermek.
Bu Gam
Defteri'nin Tamamı Yok mu?, Halil Kurbetoğlu, 131 Sayfa, 10,80 TL, Ark
Kitapları