Bir dönem Türkiye’nin düşünce ve siyasi hayatına yön veren,
birçok ismin buluşma adresi olan Marmara Kıraathanesi’nde ve Küllük’te
saatlerce ilmi, fikri, siyasi tartışmalar yapılırdı. Bu kültür mekânları zamana
direnemedi ve kayboldu.
Cumhuriyetin ilk yıllarından 1970’li yılların sonuna kadar İstanbul’un kültür merkezlerinden biri olarak kabul görüyordu Marmara Kıraathanesi, Küllük, Beyazıt Sahaflar Çarşısı ve çevresi. O dönem birçok yazar ve okurun müdavimi olduğu bu mekânlarda tarihçiler, edebiyatçılar, şairler, yazarlar ve kitap dostları bir araya geliyor; şiirden hikâyeye, tarihten edebiyata kültür dünyamızla alakalı eserler okunuyor, konuşuluyor ve tartışılıyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarından 1970’li yılların sonuna kadar İstanbul’un kültür merkezlerinden biri olarak kabul görüyordu Marmara Kıraathanesi, Küllük, Beyazıt Sahaflar Çarşısı ve çevresi. O dönem birçok yazar ve okurun müdavimi olduğu bu mekânlarda tarihçiler, edebiyatçılar, şairler, yazarlar ve kitap dostları bir araya geliyor; şiirden hikâyeye, tarihten edebiyata kültür dünyamızla alakalı eserler okunuyor, konuşuluyor ve tartışılıyordu.
Ateşli tartışmaların yaşandığı bu mekânlar âdeta ‘birer
edebiyat fakültesi’ gibi hizmet veriyordu. Kimler gelip geçmedi ki buralardan:
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Peyami Safa, Neyzen Tevfik, Sedat Umran, Yahya Kemal, Tarık Buğra, Erol Güngör,
Mehmet Şevket Eygi, Meyhmet Niyazi, Nurettin Toçu, Nihal Atsız, Ahmet Kabaklı,
Muzaffer Özak, Prof. Mükrimin Halil Yinanç gibi
dönemin ünlü şairleri, yazarları ve akademisyenleri sık sık buraya geliyor,
sohbet ediyor ve ülke gündemini konuşuyordu.
Son dönem Osmanlı münevverlerinin sohbetlerinin yapıldığı
bu mekânlar “Şerefü`l-mekân bi`l-mekîn” (“bir makamın şerefi, orada oturandan
gelir”) sözünü hatırlatıyor bizlere. Öyle ki dün bu sohbet halkalarına iştirak
edenlerin bugün sözlerine kulak verilen değerli kimseler oluşu boşa değildir.
Bahsettiğimiz kültür mekânları, bugüne kadar çokça
konuşulup anlatıldı fakat nadiren yazılıp çizildi. Bildiğim kadarıyla bununla
ilgili yazılan tek roman Mehmed Niyazi Özdemir’in Dahiler
ve Deliler romanı. Romandan ziyade bir devrin panoramasının
anlatıldığı eserde Marmara Kıraathanesi’ndeki/Küllük’teki tipler, sohbetlere
gelenler ve orada anlatılanlar, tartışmalar vs. bulunanların her birinin
hikâyesi anlatılıyor bize.
Marmara Kıraathanesi’nde ve
Küllük’te yapılan sohbetlere katılan ve zikrettiğimiz kültür mekânları üzerine
kafa yoran bir başka isim ise kültür tarihçisi Dursun Gürlek.
Yazmış olduğu kitaplarda bu mekânlara sıkça değiniyor, sohbetlere katılanlarla
ilgili hikâyelerini bizlerle paylaşıyor. Dursun Gürlek ile Marmara
Kıraathanesi’nde ve Küllük’te katıldığı sohbetler üzerine konuştuk.
"MARMARATÖRLER" ÂLİM, ARİF KİMSELERDİ
Marmara Kıraathanesi, Küllük ve Beyazıt
Sahaflar Çarşısı çevresinde yapılan sohbetlerde neler konuşulurdu?
Ben Küllük Kıraathanesi’nin son dönemine
yetişebildim. Pek bilinmez, İstanbul’da iki Küllük vardır. Birincisi ve asıl
Küllük, Beyazıt Camii’nin bitişiğinde ve yola bakan tarafındaydı. 30’lu 40’lı
yıllarda burası en muhteşem günlerini yaşadı. 1950’li yıllarda ise eski
ihtişamı kalmadı.
İkinci Küllük, yine Beyazıt’ta ana cadde üzerinde
Sultanahmet-Çemberlitaş tarafından Beyazıt’a geldiğimizde yolun solundaydı.
Buradaki Küllük’ün ikinci adı da Marmara Kıraathanesi’dir. Oraya
devam edenlere de “Marmaratörler” derlerdi. Yeni nesiller hatırlamaz, eskiden
TBMM’de bir de senato vardı. “Senatör” derlerdi onlara. Milletvekillerine göre
onlar güya daha üst seviyede bir kuruluştu. Senatörler sözünden mülhem “Marmaratörler”
denilmişti ki bunlar hakikaten âlim, arif kimselerdi.”
Marmara Kıraathanesi’ne kimler gelirdi?
“Marmaratörler” kimlerdi?
Buraya tarihçiler, edebiyatçılar, şairler, yazarlar, kitap
dostları gelirlerdi ve saatlerce konuşmalar, tartışmalar olurdu. Benim
yetişebildiğim kadarıyla eski tarihçilerimizden merhum Ziya Nur Aksun,
ayaklı kütüphane diyebileceğimiz Ali İhsan Yurt Hocaefendi,
sahaflar şeyhi Muzaffer Ozak, meşhur profesörlerimizden rahmetli Erol
Güngör, halen hayatta olan Sezai Karakoç, Mehmet Şevket
Eygi gibi kitap meraklıları, ilim-irfan dostları buranın müdavimiydi.Necip
Fazıl Kısakürek, Ali Nihat Tarlan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mükrimin
Halil İnanç,İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Neyzen Tevfik gibi
büyük ustalar da buraya gelir giderlerdi.
BİRİ KONUŞURKEN SANDALYEYİ GICIRDATMAYACAKSINIZ
Sohbetler nasıl olurdu?
Mesela burada saatlerce süren sohbetlere katılmanın, bunlardan
istifade etmenin bir adabı ve edebi vardı. “Marmaratörler”den biri konuşurken
onun konuşmasını dinlemek için masasına yaklaşırken sandalyeyi
gıcırdatmayacaksınız. Konuşmaya sekte vermemek önemliydi. Mesela orada sigara
içilmezdi, oyun oynanmazdı. Oyun oynanan ve sigara içilen yer arka taraftaydı.
Ön taraf akademiydi, üniversiteydi. Her mevzu konuşulurdu.
Neler konuşulurdu?
Mesela, Ali İhsan Hoca Zemahşeri tefsiri hakkında bilgi
verirken Prof. Nuri Karahöyüklü matematik profesörü olmasına rağmen
tarihi mevzulara bir dalar, “II. Viyana hezimeti nasıl oldu? Merzifonlu Kara
Mustafa Paşa hangi taktik hataları yaptı da yenildi?” gibi mevzuları anlatırdı.
Ya da bir başka tarihçi söze karışır, “Plevne Savaşı’nda Gazi Osman Paşa’nın
Ruslara karşı kullandığı kılıcın sağ tarafındaki yazıyı hangi hattat yazdı”,
onu anlatırdı. Birisi söze karışırdı, “Manisa’nın filan köyünde tavuklar günde
iki defa nasıl yumurtlatılır?”, onu anlatırdı. Böyle mevzudan mevzuya
geçerlerdi. Her mevzuyu pür dikkat dinlerdik biz. Saatlerce dinleyebilirsiniz.
Çay içmek serbest miydi?
Tabii. Sohbet devam ederken bu arada kahveler, çaylar
içilir, bazen garson bile getirdiği çayı vermek üzereyken sohbetin zevkine
dalar, bir anda kendini kaybeder, çayları vermeyi unuturdu.
Hatta anlatırlar, Küllük’e yakın Laleli’de edebiyat
fakültesinin karşısında Acemin Kahvesi vardı. Orası da bir
nevi Küllük’tü. Meşhur tarihçimiz Mükremin Halil Yınanç burada saatlerce
konuşurdu. Garson bir gün dinlemiş böyle, dalmış, tam çayları verecekken
unutmuş. Hoca, Kadisiye Savaşı’nda -diyelim ki- Halid Bin Velid’in kılıcını
çekip düşmana nasıl saldırdığını anlatmak için kolunu savurunca bütün çay dolu
bardakları dökmüş. Böyle ilim vakaları olurdu. Evet, şimdi o zevkten mahrumuz
tabii. Yazık ki bu kültür müesseseleri hakkında pek fazla bir şey yazılamadı.
BİR KONUŞ İKİ DİNLE
Bu kültür müesseselerini neden kaybettik? Bu
mekânlar neden devam ettirilemedi?
Zihniyetler, gelenek-görenekler değişti. İnsanlar, –açık
konuşalım– İslami kesim kültürden, ilimden ziyade maddi zenginliklere alaka
duymaya başladı. Bu yanlış gidiş bugün hızla maalesef devam ediyor. Hâlbuki
bizim öncelikli vazifemiz, görevimiz manevi beslenmedir. Maddi beslenme de
önemlidir ama manevi beslenme daha çok önemlidir.
Peki, manevi beslenme nasıl oluyor?
Hz. Mevlana “insan midesiyle değil kulağıyla beslenir” der.
Biz kulağımızla biraz beslendik. Ne demek ‘kulağıyla beslenmek’? Büyük
adamların güzel sözlerini dinleyerek manevi doyuma ulaşmak. O bakımdan dinlemek
konuşmaktan önemlidir. Bunun da işareti var: Allah insana bir ağız iki kulak
vermiş. Bunun mânâsı, “bir konuş iki dinle” demektir.
