Ramazan’ın Türkiye’de yaşayan insanlar
arasında tarihten gelen köklü bir yeri var. Ramazan en önemli geleneklerimizden
bir tanesini oluşturuyor. Dolayısıyla her Ramazan döneminde kuşkusuz hem sosyal
yaşantımızda, hem insanların davranış biçimlerinde, hem insanların çevreye ve
topluma karşı olan ilişkilerinde çok ciddi köklü birtakım değişikliklerin
olduğunu görürüz. En basitinden aile yapısı içinde Ramazan ayrı bir heyecan
kazandırır. Normal günübirlik yaşantıda herkes iş ve ev arasında rutin bir
hayat sürerken Ramazan’da bütün planlar bu aya göre hazırlanır. Öyle
ki iftarlar, sahurlar, teravih namazları ve Ramazan içindeki birtakım
ziyaretler vb. bunlar özel bir yer tutar insanların yaşantısında.
Bunun ötesinde mutfak kültüründen aile bireylerinin
davranış biçimlerine kadar Ramazan’ın değişik bir etkisi kendisini gösterir.
Bunun dışında insanlar arası ilişkilerde Ramazan’ın değişik bir hava kattığını
söyleyebiliriz. Öyle ki Ramazan sezonunda insanlar, otokontrol mekanizmalarını
çalıştırarak kendilerini biraz daha disiplin altına almaya gayret gösterirler.
Bununla birlikte zaman zaman belirli insanlarda iftara doğru sinir
patlamalarının özellikle trafikte yaşandığını gözlemlemek mümkün. Fakat bunlar
istisnai durumlar. Bunun ötesinde insanlar daha munis, daha duyarlı, en azından
kendi otokontrol mekanizmasını çalıştırarak duygularını, duyularını biraz daha
disiplinli bir şekilde kullanmaya çalışma yönünde bir eğilim gösterir. Bunun
dışında kültürel yönden çok önemli farklılıklar kendisini gösterir.
Ramazan dönemi boyunca toplu ve bireysel verilen iftar yemeklerinden tutun da insanların daha fazla misafir ağırlamaya gayret göstermesi, yardımseverlik duygusunun gelişmesi veya Ramazan çerçevesinde İslam’ın temel kaynaklarına daha bir ilgi duyması… Özellikle medyanın Ramazan Bayramı öncesinde insanlara bazen kuponla bazen kuponsuz hediye olarak verdiği Ramazan eklerinde Kur’an-ı Kerim gibi, Hz. Peygamber’in hadislerini kapsayan birtakım eserler gibi eserleri dağıttığını, hemen her gazetenin Ramazan sayfaları düzenlediklerini, görsel medyada Ramazan ayı boyunca büyük bir kısmında iftar ve sahur programları düzenlendiğini, dini yayınlara biraz daha ağırlık verilmesi gibi… Bütün bunlar kendisini gösteriyor. Yani Türkiye’de her haliyle, bireysel yaşantıdan sosyal yaşantıya, kültür hayatımıza kadar, sokaktaki insan davranışına kadar, dışarıdan gelen ve Ramazan diye bir şeyi hiç bilmeyen insan bir değişiklik olduğunu, en azından diğer aylardan farklı bir değişiklik olduğunu hissedecektir diye düşünüyorum. Bütün bunlar dikkate alındığında gerçekten sosyal ve bireysel yaşantımızda çok köklü değişikliklerin yaşandığı bir aydır Ramazan.
Ramazan dönemi boyunca toplu ve bireysel verilen iftar yemeklerinden tutun da insanların daha fazla misafir ağırlamaya gayret göstermesi, yardımseverlik duygusunun gelişmesi veya Ramazan çerçevesinde İslam’ın temel kaynaklarına daha bir ilgi duyması… Özellikle medyanın Ramazan Bayramı öncesinde insanlara bazen kuponla bazen kuponsuz hediye olarak verdiği Ramazan eklerinde Kur’an-ı Kerim gibi, Hz. Peygamber’in hadislerini kapsayan birtakım eserler gibi eserleri dağıttığını, hemen her gazetenin Ramazan sayfaları düzenlediklerini, görsel medyada Ramazan ayı boyunca büyük bir kısmında iftar ve sahur programları düzenlendiğini, dini yayınlara biraz daha ağırlık verilmesi gibi… Bütün bunlar kendisini gösteriyor. Yani Türkiye’de her haliyle, bireysel yaşantıdan sosyal yaşantıya, kültür hayatımıza kadar, sokaktaki insan davranışına kadar, dışarıdan gelen ve Ramazan diye bir şeyi hiç bilmeyen insan bir değişiklik olduğunu, en azından diğer aylardan farklı bir değişiklik olduğunu hissedecektir diye düşünüyorum. Bütün bunlar dikkate alındığında gerçekten sosyal ve bireysel yaşantımızda çok köklü değişikliklerin yaşandığı bir aydır Ramazan.
Ramazan’daki geleneksel kendi
örf-adetlerimizle iç içe geçmiş adetlerimiz de mevcut: İftarlar, sahurlar,
ibadetler, komşuluk ilişkileri… Tüm bunları sıcak ve yoğun yaşıyoruz
Ramazan’da. Geçmişten günümüze baktığımızda neler değişti Ramazan'da? Neler
eksildi, neler eklendi?
Biz şu sözü sıklıkla duyarız: 'Nerede o
eski Ramazanlar?' Bu, çok yönlü değerlendirilebilecek bir ifade. Çünkü çoğu
zaman insanlar aslında ‘Nerede o benim çocukluğum, nerede o benim gençliğim?’
diye, yani bir geçmişe öykünme, aslında kendi gençliğine ve çocukluk günlerine
bir hasret içerisinde bu sözü söylerler. Kuşkusuz her zaman dilimi kendi zamanı
içerisinde bir anlam kazanır. Dolayısıyla eskiyle bugünü bu yönüyle kıyaslamak
bize çok sağlıklı sonuçlar vermez. Özellikle eski zamanı yaşayan bireyler
açısından sağlıklı birtakım karşılaştırmalar sunmaz. Çünkü örneğin bundan bir
otuz yıl önce benim o çocukluk duygularıyla yaşadığım Ramazan’la, bugün
yetişkin bir birey olarak yaşadığım Ramazan aynı duygu yüküne sahip değil.
Bununla birlikte Ramazan ayı içerisinde
yapılan birtakım faaliyetlerde kuşkusuz bazı değişiklikler de kendisini
gösteriyor. Şurası bir gerçek: gittikçe daha seküler bir toplum haline
geliyoruz. Buradaki seküler ifadesini de toplumsal hayatta dinin
görünürlüğünün dışlanması olarak tanımlıyorum ben. İnsanlar daha fazla
bireyselleşiyor. Daha liberal zihniyetler, yaklaşımlar hayatımızda yer tutuyor.
Bütün bunlar kuşkusuz Ramazan’la ilgili algılarımıza da yansıyor.
Önceden geniş aile çerçevesinde, dedelerle, ninelerle birlikte yaşanıldığı, kırsal hayatın daha yoğun olduğu toplumsal yapımızda Ramazanların, özellikle aile bireylerinin birbirleriyle ilişkilerinde daha bir farkındalık oluştuğunu biliyoruz. Bugün bu biraz daha şehir hayatıyla birlikte gevşemiş durumda. İnsanlar biraz daha yalnızlığı tercih ediyor. Bunun tabii Ramazan’a yansımaları da var kuşkusuz. Bunun ötesinde bugün ilişkiler belirli çevrelerde biraz daha gösteriş merkezli hale geldi. Öyle ki mesela çok şaşaalı, çok tantanalı Ramazan çadırlarından ve özellikle iftar ve sahur etkinliklerinden söz ediyoruz. Örneğin yerel yönetimler birbirleriyle yarışıyorlar. En uzun Ramazan iftar masasını kim kuracak? En fazla iftar veya sahur yemeğini kim veriyor yarışması yapıyorlar adeta. Bununla birlikte çok şatafatlı, çok gösterişli iftar sofraları karşımıza çıkıyor. Yani bu da biraz içinde yaşadığımız toplumun değişen ekonomik, sosyal, kültürel algılarına göre, sosyal yapımızdaki değişen şartlara göre Ramazan’daki olması gereken tevazu, içtenlik, samimiyet, takva, Allah’a yakınlık, kulluk bilincinin daha bir ortaya çıkması gibi hususlarda bir şekilde bunları yıpratan bir durum ortaya çıkartıyor. Böyle bir şeyi yaşıyoruz.
En basitinden Ramazan Bayramı’nı birçok insan tatil olarak görüyor. Bayram olarak değil bir tatil olarak görüyor. Ramazan bayramı kaç gün, bunun hesabını yapıyoruz. Hafta sonuna gelecek mi, gelmeyecek mi? Tatil beldelerinden hemen rezervasyon yapmaya çalışıyor birçok insan. Yani kendi aile büyükleriyle, tanıdıklarla bir arada daha bir kaynaşmanın sağlanacağı bir ortam olarak görmek yerine işten güçten fırsat bulup tatil yapmak olarak görülüyor ki bütün bunlar, doğrusu Ramazan’la ilgili algılarımızın bugünkü sosyal yaşantımıza göre değiştiğini gösteriyor.
Önceden geniş aile çerçevesinde, dedelerle, ninelerle birlikte yaşanıldığı, kırsal hayatın daha yoğun olduğu toplumsal yapımızda Ramazanların, özellikle aile bireylerinin birbirleriyle ilişkilerinde daha bir farkındalık oluştuğunu biliyoruz. Bugün bu biraz daha şehir hayatıyla birlikte gevşemiş durumda. İnsanlar biraz daha yalnızlığı tercih ediyor. Bunun tabii Ramazan’a yansımaları da var kuşkusuz. Bunun ötesinde bugün ilişkiler belirli çevrelerde biraz daha gösteriş merkezli hale geldi. Öyle ki mesela çok şaşaalı, çok tantanalı Ramazan çadırlarından ve özellikle iftar ve sahur etkinliklerinden söz ediyoruz. Örneğin yerel yönetimler birbirleriyle yarışıyorlar. En uzun Ramazan iftar masasını kim kuracak? En fazla iftar veya sahur yemeğini kim veriyor yarışması yapıyorlar adeta. Bununla birlikte çok şatafatlı, çok gösterişli iftar sofraları karşımıza çıkıyor. Yani bu da biraz içinde yaşadığımız toplumun değişen ekonomik, sosyal, kültürel algılarına göre, sosyal yapımızdaki değişen şartlara göre Ramazan’daki olması gereken tevazu, içtenlik, samimiyet, takva, Allah’a yakınlık, kulluk bilincinin daha bir ortaya çıkması gibi hususlarda bir şekilde bunları yıpratan bir durum ortaya çıkartıyor. Böyle bir şeyi yaşıyoruz.
En basitinden Ramazan Bayramı’nı birçok insan tatil olarak görüyor. Bayram olarak değil bir tatil olarak görüyor. Ramazan bayramı kaç gün, bunun hesabını yapıyoruz. Hafta sonuna gelecek mi, gelmeyecek mi? Tatil beldelerinden hemen rezervasyon yapmaya çalışıyor birçok insan. Yani kendi aile büyükleriyle, tanıdıklarla bir arada daha bir kaynaşmanın sağlanacağı bir ortam olarak görmek yerine işten güçten fırsat bulup tatil yapmak olarak görülüyor ki bütün bunlar, doğrusu Ramazan’la ilgili algılarımızın bugünkü sosyal yaşantımıza göre değiştiğini gösteriyor.
"Zamanın Ruhunu Yakalarken
Ramazan'ın Ruhunu Kaybetmemek Gerekiyor"
Osmanlı döneminde Ramazan’da edebiyatın,
sanatın, günlük hayatın, mutfağın, bununla birlikte eğlence hayatının, bunların
tümünün o döneme damgasını vurduğunu, sosyal hayatı belirlediğini görüyoruz.
Günümüzde de bununla ilgili çok fazla etkinlik yapılıyor, az önce bahsettiniz.
Ramazan’da caz gibi, belediyenin iftar çadırları kurması, pek çok hocanın
televizyonlarda bir şeyler anlatıyor olması, sohbet etmesi, kitap fuarları… Tüm
bunlar Ramazan’la ilgili bir atmosferimiz olduğunu gösteriyor bize. Bu atmosferi
nasıl görüyorsunuz? Daha diri ve güzel bir Ramazan için neler yapılabilir?
Kuşkusuz zamanın ruhunu
yakalamak gerekiyor. Bundan otuz, elli, yüz yıl öncesine takılıp da
bugünü yaşayamazsınız. Bugünü bugün yaşamanız gerekiyor. Ama zamanın ruhunu
yakalayacağım derken Ramazan’ın da ruhunu kaybetmemek gerekiyor. Bu
ikisini bir arada sentezlemek lazım. Ramazan’da caz, Ramazan’da moda,
Ramazan’da defile, Ramazan’da sergi… Bütün bunlar son dönemde yeni çıkan
adetler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak hiç unutmayalım ki Ramazan’ın özü
şudur: Kişinin kulluk bilinci açısından Rabbine karşı görevleridir. İnsanların
birbirlerine karşı sorumlulukları açısından insanların ilişkileri açısından bir
fark oluşturan bir ay olduğunu, insanı düşündüren, tefekkür ettiren, kendi
kendisiyle hesaplaşmak, insana kendi kendisiyle yüzleşme fırsatı sunan bir ay
olduğunu biliyoruz. Ramazan’ın özelliği bu.
Ramazan Kur'an ayıdır. Ramazan’ın en önemli özelliği Kuran’ın o ayda nazil olmasıdır. Dolayısıyla Ramazan aslında bizim Müslümanlar olarak Kur'an’la buluşma konusunda daha bir isteklilik içerisinde olduğumuz, daha bir kendimizi Kur'an’ı anlama açısından bir fırsat ortamı içerisinde gördüğümüz bir ay. Böyle olmak durumunda. Bunun tam tersine Ramazan’la ilgili yapılan şeyler bizi Kur'an’ın ruhundan, Kur'an’ı anlamaktan, Kur'an’la buluşmaktan, kendimizle yüzleşmekten, tefekkürden ve Allah’a karşı kulluk bilincine yönelik bir farkındalıktan uzaklaştırıyorsa bu, Ramazan’ın ruhunu kaybetmektir.
Ramazan Kur'an ayıdır. Ramazan’ın en önemli özelliği Kuran’ın o ayda nazil olmasıdır. Dolayısıyla Ramazan aslında bizim Müslümanlar olarak Kur'an’la buluşma konusunda daha bir isteklilik içerisinde olduğumuz, daha bir kendimizi Kur'an’ı anlama açısından bir fırsat ortamı içerisinde gördüğümüz bir ay. Böyle olmak durumunda. Bunun tam tersine Ramazan’la ilgili yapılan şeyler bizi Kur'an’ın ruhundan, Kur'an’ı anlamaktan, Kur'an’la buluşmaktan, kendimizle yüzleşmekten, tefekkürden ve Allah’a karşı kulluk bilincine yönelik bir farkındalıktan uzaklaştırıyorsa bu, Ramazan’ın ruhunu kaybetmektir.
Belki zamanın ruhunu yakalıyorsunuz.
Defileler, caz, gösterişli sofralar filan; ama Ramazan’ın ruhundan
uzaklaşıyorsunuz. Bence bu ikisini bir arada buluşturmak gerekiyor. Bunun için
de o Ramazan’ın ruhuna aykırılık teşkil etmeyecek olan, onu yaralamayacak, bizi
ondan uzaklaştırmayacak olan bugüne ait şeyleri de katarak Ramazan’ı kutlamaya
çalışırsak, idrak etmeye çalışırsak çok güzel şeyler ortaya
çıkar. Şehirlerde özellikle dindar insanın sosyal hayata katılımı
gittikçe artıyor. Kimileri bunu, "Türkiye gittikçe dindarlaşıyor",
diye yorumluyor ama bence çok yanlış bir yorum bu. Aslında Türkiye
dindarlaşmıyor, tam tersine dindar insanlar sosyal hayatta daha bir görünür
hale geliyorlar. Nerede? Ekonomide, sanatta, akademi ya da hizmet sektöründe,
şurada burada. Yani her yerde dindar insanlar görünür hale geliyorlar ve
bu dindarlaşmanın arttığı gibi yorumlanıyor. Oysa son dönemlerde birçok yabancı
ya da yerli araştırma şirketinin yaptığı kamuoyu yoklamalarında Türkiye’de
düzenli olarak oruç tutan, yani Ramazan orucu tutan insanların oranı % 50 ile
60 arasındadır. Zaman zaman oruç tutarım diyenlerin oranı da % 80’lere filan
çıkar. Kuşkusuz bundan 30 yıl önce de böyleydi. Muhtemelen elli-altmış yıl önce
de böyleydi. Muhtemelen diyorum çünkü sonuçları tam bilmiyorum açıkçası.
Tabii şehirleşmeyle birlikte, yani dindar insanın sosyal hayata katılımıyla birlikte bugün şehirdeki sosyal hayatınızda özellikle Türkiye’nin daha liberalleşen, daha sekülerleşen bir toplum yapısı haline gelmesiyle birlikte dini ibadet, ritüellere yönelik algılarımızda, dini yaşantımızda bir “liberalleşme” bir “sekülerleşme” kendini gösteriyor. Tesettür modalarından tesettür defilelerine kadar, "yeşil sermaye" diye tanımlanan insanların yaşam biçimlerine kadar, bütün bunlarda görüyoruz. Kuşkusuz bütün bunlar Ramazan’la ilgili algılarımıza da yansıyor. Bunlar kuşkusuz eleştirilmeli. Ramazan’daki o sadelik mutlaka yakalanmaya çalışılmalı. Takva kesinlikle göz ardı edilmemeli. Kişinin Allah’a, insanlara karşı sorumluluğunun bilincinde olması ön plana çıkartılmalı, dahası insanı Kuran’la buluşturacak olan birtakım etkinliklere ağırlık verilmeli Ramazan’da. Çünkü Ramazan Kuran ayı. Onun sebebi hikmeti o. Dolayısıyla Ramazan, bizi Kuran’la buluşturan bir ay olmak durumunda. Tam tersi, Ramazan geliyor geçiyor, Kuran’la hiç buluşmamışız, yani Kuran’a yönelik hiçbir farkındalığımız oluşmamışsa o Ramazan boşuna geçmiş demektir.
Tabii şehirleşmeyle birlikte, yani dindar insanın sosyal hayata katılımıyla birlikte bugün şehirdeki sosyal hayatınızda özellikle Türkiye’nin daha liberalleşen, daha sekülerleşen bir toplum yapısı haline gelmesiyle birlikte dini ibadet, ritüellere yönelik algılarımızda, dini yaşantımızda bir “liberalleşme” bir “sekülerleşme” kendini gösteriyor. Tesettür modalarından tesettür defilelerine kadar, "yeşil sermaye" diye tanımlanan insanların yaşam biçimlerine kadar, bütün bunlarda görüyoruz. Kuşkusuz bütün bunlar Ramazan’la ilgili algılarımıza da yansıyor. Bunlar kuşkusuz eleştirilmeli. Ramazan’daki o sadelik mutlaka yakalanmaya çalışılmalı. Takva kesinlikle göz ardı edilmemeli. Kişinin Allah’a, insanlara karşı sorumluluğunun bilincinde olması ön plana çıkartılmalı, dahası insanı Kuran’la buluşturacak olan birtakım etkinliklere ağırlık verilmeli Ramazan’da. Çünkü Ramazan Kuran ayı. Onun sebebi hikmeti o. Dolayısıyla Ramazan, bizi Kuran’la buluşturan bir ay olmak durumunda. Tam tersi, Ramazan geliyor geçiyor, Kuran’la hiç buluşmamışız, yani Kuran’a yönelik hiçbir farkındalığımız oluşmamışsa o Ramazan boşuna geçmiş demektir.
Oruç tutan insanın gündelik hayattaki
yeri, anlamı ne oluyor? Oruç ibadeti manevi anlamda bizde bir arınma sağlıyor.
Maddi anlamda da bedenin arınması gerçekleşiyor. Bu arınık berrak halin yaşadığımız
hayata yansıması nasıl oluyor? Bunun bize etkisi nasıl oluyor?
Bu tabii ki kişiden kişiye değişir. Her
insan burada ayrı bir konudur bence. Ama ne değişmeli, nasıl değiştirmeli diye
bu soruyu cevaplayayım isterseniz. Mesela Kur’an-ı Kerim namazla ilgili der ki:
Namaz insanı kötülüklerden alıkoyar, iyiliklere yönlendirir. Burada bu ifadeden
hareketle eğer kıldığımız namaz bizi kötülüklerden alıkoymuyor ve iyiliklere de
yönlendirmiyorsa o namaz, namaz değildir sonucu çıkarabiliriz. Çünkü namaz insanda
bir davranış değişikliği yapmak durumunda. Bir zihniyet değişikliği yapmak
durumunda. Kötülüklerden uzaklaşan, iyiliklere yönelen, daha iyi bir insan olma
yolunda bir değişiklik sağlamalı insanda. Ramazan da böyle. Ramazan’ın da
sebebi hikmeti şudur: İnsanın daha iyi bir insan olmaya çalışması, daha iyi bir
mümin olmaya çalışması. Kendisiyle, günahlarıyla yüzleşerek, hatalarının
farkına vararak hatalarını bir tarafa bırakması, doğruya yönelmesi. Bu konuda
hem Rabbine hem kendi kendine söz vermesi ve Ramazan’ın bitiminde Ramazan
ayının öncesinden daha iyi bir insan olarak Ramazan’dan çıkmış olmalı.
Amaçlanan şey budur ki bundan dolayı Ramazan otokontrol sistemimizin zirveye
çıktığı bir dönemdir, bir zaman dilimidir. Mesela bireysel olarak Ramazan’da her
oruç tutan insanın, sadece yemesini içmesini sınırlaması değil, eşiyle cinsel
yaşamdan uzak durması değil, bütün duyu ve duygularını kontrol altına alması
esas alınır.
Bundan dolayı Hz. Peygamber (as)
kimilerinin sadece aç durduklarını söyler bize. "Bazıları sadece aç
kalıyorlar" der. Niye aç kalıyor? Çünkü o Ramazan’ın ruhuna aykırı
davranıyor. Eğer biz Ramazan ayı boyunca birtakım heva ve heveslerimizi
kontrol altına almıyorsak, heva ve heves nedir: kibirdir, gururdur,
tamahkarlıktır, nefrettir, kindir, ihtirastır benzeri olumsuz duygular,
bunları kontrol altına almıyorsak, insanlar arası ilişkilerde daha iyi bir
insan olmak gayreti içerisine girmiyorsak, günlük yaşantımızda bireysel
ilişkiler açısından hiçbir değişiklik yoksa hatta tam tersine kötüleşmeler
varsa; sinir, öfke nöbetleri, kavga varsa tabii ki tuttuğumuz oruç oruç
değildir. Ramazan bize hiçbir olumlu etki yapmamış demektir. Dolayısıyla
Ramazan’ı bu şekilde değerlendirmek gerekiyor. Bugünün insanlarına baktığımız
zaman bu ne kadar gerçekleşiyor? Birçok kişide bunun bu şekilde gerçekleşmediğini, en azından yaşadığımız tecrübeler ile görebiliriz. Yani
insanlar sadece aç kalıyor, dahası Ramazan’ı sadece bir gelenek olarak görüyor
bir kısmı. Yılda bir ay, mutlaka yapılması gereken bir gelenek, otomatiğe
bağlanmış bir gelenek gibi görüyor. Tam tersine bu bir ayın kendisini
sorgulama, kişisel nefs muhasebesi yapma, kendisine fırsat sunulan bir zaman
dilimi olduğunu bilmiyor ya da fark etmiyor. Böyle olduğu için de Ramazan’daki
oruç sezonunu sadece iftar ve sahura endeksliyor. İftarda ne yiyeceğiz, menüde
neler var, sahura nasıl kalkacağız, iftar-sahur arasını nasıl eğlencelerle geçireceğiz.
Mesele bu olunca, Ramazan sadece yemeğe, eğlenceye endekslenince o Ramazan,
Ramazan olmaktan çıkıyor.
"Yalan Söylemeyerek 'Ağzınla Oruç
Tut', Kötüyü Dinlemeyerek 'Kulağınla Oruç Tut', Kötüye Gitmeyerek 'Ayağınla
Oruç Tut'”
Dinler tarihi ile ilgili çalışmalar
yapıyorsunuz. Bununla ilgili İslam’ın oruçla kurduğu bağı başka dinlerde
görüyor muyuz?
Kur’an-ı Kerim’de şöyle deniliyor: "Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı." Dünyanın dört bir
tarafındaki dinlere baktığımızda büyük bir kısmında orucun var olduğunu
görüyoruz. Ancak oruçla ilgili şekiller, algılar farklı; ama hemen hemen bu
yaygın dünya dinlerinin Hristiyanlık gibi, Budizm gibi veya yaygın olduğu
düşünülen Yahudilik gibi inanç sistemlerinin tamamında oruç var. Ancak bu
dinlerin bir kısmında oruç sadece perhiz olarak düşünülüyor. Mesela et ya da et
ürünleri yememek gibi. Bazılarında oruç zaman olarak İslam’dan farklı oluyor.
Mesela Yahudilikte 24 saatlik bir oruç var. Akşamdan akşama hiçbir şey yememek,
içmemek şeklinde bir oruç var. Bazı dinlerde mesela sabah ayinine katılmak için
sabah hiçbir şey yememek şeklinde, ayine kadar tutulan bir oruç var.
Bazılarında sükut orucu var, sessizlik orucu. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Zekeriyya
ile ilgili bir ayet-i kerimede buna işaret eder. Oruç bazılarında ise ahlaki
birtakım tavırlara endekslenir. Mesela yalan söylemeyerek “ağzınla oruç tut”,
kötüyü dinlemeyerek “kulağınla oruç tut”, kötüye gitmeyerek “ayağınla oruç tut”
gibi ifadeler vardır. Ama bütün bu farklılıklar bir tarafa oruç, bütün
kültürlerde bir şekilde kendisini gösteren bir ibadet biçimi.
Diğer dinlerin İslam’a bakışı,
Müslümanlara bakışı yani oruçla kurduğumuz ilişkiye bakışı nasıl? Ne olarak
görüyorlar bunu?
Şimdi mesela son zamanlarda şunu
medyadan izliyoruz. Vatikan’dan tutun da dünyadaki farklı inanç merkezlerine
kadar birçok inanç merkezinde gayri Müslim organizasyonlar, bir şekilde işte
Müslümanların oruç dönemlerinde Ramazanlarını kutluyorlar. Hatta kendileri
iftar sofraları hazırlayıp Müslümanları davet ediyorlar. Buna son dönemlerde
siyasiler de katıldı. Biliyorsunuz işte Amerikan başkanından tut da Avrupa’daki
çeşitli siyasi liderlere kadar ülkede yaşayan Müslümanlara yönelik iftar
sofraları falan düzenliyorlar. Türkiye gibi ülkelerde yani gayri müslim
azınlıkların yaşadığı ülkelerde çeşitli siyasi mahfiller veya bazı kamu
kuruluşları -Diyanet gibi- gayri Müslimleri de gayri müslim cemaat
temsilcilerini de kapsayan iftar sofraları düzenliyorlar ve buralarda tabi bir
iftar sofraları ve Ramazan ayı biraz böyle farklı kültürlerin birbirlerini
anlaması, tanıması, bir diyalog ortamının oluşması için bir araç olarak
görülüyor.
Bu çerçevede işte birçok mesela gayri
müslim din adamı ya da siyasi sima Ramazan ayının özellikle işte Müslümanlarla
bir araya gelme, Müslümanlara yönelik empati yapma veya tam tersinden alacak
olursak Müslümanların diğerlerine yönelik empati yapması açısından bir fırsat
oluşturduğunu falan ifade ediyorlar. Tabi bunlar işin dışa akseden yönleri. En
azından medyaya akseden yönlerinden biri. “Gerçekte tabii farklı dinler farklı
kültürler İslam’ın ibadetlerine genel anlamda nasıl bakıyorlar?” sorusunu
belki şöyle cevaplamak mümkün:
Örneğin bir Hristiyanlık ve Yahudilik
açısından İslam nevzuhur bir dindir. Yani sonradan ortaya çıkan bir inanç
sistemidir. Çünkü Hristiyanlık açısından zaten İsa Mesih’in Tanrı olduğunu
yeryüzünde hulul etmesiyle, yani İsa Mesih şeklinde ilahi şekilde hulul
etmesiyle birlikte ve onun yeryüzünde başlattığı Yeni Ahit (Yeni Antlaşma)
dönemiyle birlikte artık ilahi, insanların kurtuluşuna yönelik plan yürürlüğe
girmiştir. Bundan sonra yeni bir kurtuluş planı söz konusu değildir. İslam ise
yüzlerce yıl sonra ortaya çıkmıştır ve Hristiyanlığın bu anlayışına göre
alternatif bir kurtuluş planı değildir. Dolayısıyla da kesinlikle kabul görmeyen
bir dindir. Böyle baktıkları için İslam’a, İslam’ın da bütün ibadetlerine bu
gözle bakıyorlar. Ama bununla birlikte şunu da düşünüyorlar, özellikle
Hristiyan kiliselerde bunu görmek lazım: Ahlaklı davranmak, oruç da dahil buna
bazı ibadetler insanların daha iyi bir insan iyi bir insan olması açısından
insanlara bir fırsat oluşturuyor. Ve dolayısıyla bunu kutsal ruhun
–Hristiyanlar-, insanlar arasındaki faaliyeti olarak da görüyorlar. Çünkü
netice de Hristiyan mantığına göre insanları Hristiyan mesajına İsa Mesih
mesajına hazırlamak için Kutsal Ruh birtakım faaliyetlerde bulunur. Dolayısıyla
insanlarda görülen her olumlu davranış, her güzel ahlaki tavır bir şekilde
Kutsal Ruh’un faaliyetleriyle ilişkili olarak düşünülür.
"Peygamberimizin (sav) Yaşamında
Tek Başına Yemek Yediği Bir Sofra Hemen Hemen Hiç Yok"
Peygamber Efendimiz (sav) gayri
müslimlere, inanmayanlara nasıl davranmış? Onları iftar sofrasına çağırmış mı?
Şimdi biz şunu kesinlikle biliyoruz:
Peygamberimiz sofrasını, sadece iftar sofrasını değil, bütün sofrasını
insanlarla paylaşmış. Yani fakir olan, muhtaç olan, misafir olan, yolda kalan
insanlarla paylaşmış. Bu konuda ihtiyaç sahibi olan hiç kimse arasında bir
ayrım da yapmamış Hazreti Peygamber. Açıkçası tabi Hazreti Peygamberin iftar sofrasına
bir gayri müslimi davet etti mi? Ben hatırlamıyorum bildiğim kadarıyla. Ama
Peygamberimizin etrafında yaşayan insanlar arasında, mutlaka, özellikle ihtiyaç
sahiplerini gözeterek sofralarını onlarla paylaşmaya dikkat etmiş… Dahası Peygamberimizin
yaşamında tek başına yemek yediği bir sofra hemen hemen hiç yok. Hep
birileriyle paylaşmış. Gerçekten öyle. Hatta eşlerine şunu önermiş: Demiş ki “Çorbanın suyunu biraz daha fazla koyun, fazla kişi nasiplensin.” Beş
kişiye yetiyorsa örneğin işte, iki kat su koyuyorsun 10 kişiye çorba
veriyorsun.
Peygamberimiz hiçbir zaman (bildiğim kadarıyla yine) tek başına yemeğini yememiş Hazreti Peygamber. Onun için bizim de iftar sofralarını, sahur sofralarını özellikle bunları ama genelde de bütün sofralarımızı paylaşmamız gerekiyor. Tabi paylaşmak derken eş, dostun birbirini ağırlaması ahbap-çavuş ağırlaması değil de özellikle ihtiyaç sahipleriyle , yoksullarla, yolda kalmışlarla paylaşmamız anlamına geliyor. Ha! Bu şu demek değil ama: Her gün eve birini çağıralım çünkü bunun getireceği bir yük, buna katlanılabilir mi diye düşünebilir insanlar ama en azından ne diyelim kesemizi açabiliriz. İnsanlara hiç olmazsa infakta bulunabiliriz. Ramazan ayı bu açıdan müthiş fırsat sunuyor bizlere. Ne kadar çok maddi olsun, sosyal olsun infakta bulunursak ki ben infakı sadece para vermekle, mal mülk vermekle, yiyecek vermekle de sınırlamıyorum. Herkesin infak yapacağı mutlaka bir şeyler var. Ki Kur’an-ı Kerim’de infakı Cenabı Hak sadece işte yiyecek içecekle parayla sınırlamıyor. Herkesin bağışlayacağı bir şeyler var.
Peygamberimiz hiçbir zaman (bildiğim kadarıyla yine) tek başına yemeğini yememiş Hazreti Peygamber. Onun için bizim de iftar sofralarını, sahur sofralarını özellikle bunları ama genelde de bütün sofralarımızı paylaşmamız gerekiyor. Tabi paylaşmak derken eş, dostun birbirini ağırlaması ahbap-çavuş ağırlaması değil de özellikle ihtiyaç sahipleriyle , yoksullarla, yolda kalmışlarla paylaşmamız anlamına geliyor. Ha! Bu şu demek değil ama: Her gün eve birini çağıralım çünkü bunun getireceği bir yük, buna katlanılabilir mi diye düşünebilir insanlar ama en azından ne diyelim kesemizi açabiliriz. İnsanlara hiç olmazsa infakta bulunabiliriz. Ramazan ayı bu açıdan müthiş fırsat sunuyor bizlere. Ne kadar çok maddi olsun, sosyal olsun infakta bulunursak ki ben infakı sadece para vermekle, mal mülk vermekle, yiyecek vermekle de sınırlamıyorum. Herkesin infak yapacağı mutlaka bir şeyler var. Ki Kur’an-ı Kerim’de infakı Cenabı Hak sadece işte yiyecek içecekle parayla sınırlamıyor. Herkesin bağışlayacağı bir şeyler var.
Bağışlayacağımız şeylerimiz neler
olabilir? Ha, bir insan zengindir, varlıklıdır, parasından malından mülkünden
infak eder. Bir insan orta hallidir, yiyeceğini paylaşır, yemeğini sofrasını
paylaşır. Ama bir insan diyelim ki fakirdir o da gücünü, beden gücünü paylaşır
veya diliyle infak yapar. İnsanları kötülükten sakındırır ve iyiliğe
yönlendirir. Yani en azından yolda gülümsemek bile bir infaktır
birbirimize, selam vermek bir infaktır. Çünkü bunların hepsine Hazreti
Peygamber ibadet olarak açıklıyor zaten. "Müminin yolda yürürken insanlara
zarar veririm endişesiyle bir taşı, dikeni her neyse alıp köşeye koyması bir
ibadettir" diyor.. Birbirine gülümsemek ibadettir. Yani mümin insanın her
davranışında böyle bir ibadet şuuruyla davranmak önemlidir. Böyle olması lazım.
Dolayısıyla her birimiz kendi kendimize düşündüğümüzde infak edecek mutlaka bir
şeyler buluruz.
Hocam, sizin Ramazan’da en çok
etkilendiğiniz şey ne oluyor? Hangi ibadetlere ağırlık veriyorsunuz?
Kendi kendime ben bunu yapmaya
çalışıyorum öyle diyeyim. Kur’an'ı günlük yaşantımda biraz daha fazla dikkate
alarak, Kur’an’ın mesajını anlama konusunda, Kur’an bizden ne istiyor bunları
kavramaya çalışma açısından kendimi zorlamaya çalışıyorum. Yani Kur’an ayında
Kur’an-ı merkeze almaya çalışıyorum.
Bunun ötesinde özellikle aile içerisinde
özellikle cemaatle namazlara daha fazla önem vermeye çalışıyorum. Tabi
çocukları bulduğumuz müddetçe. Çünkü günümüz şartları maalesef ülkenin dört bir
yanına dağıttığı için bazen bir araya gelemiyoruz, buna önem vermeye
çalışıyorum. Dostlarla en azından bunu yapmaya çalışıyoruz.
