MURADİYE
İLİM MERKEZİ EĞİTİM KÜLTÜR DERNEĞİ
(MİM-DER)
Muradiye
İlim Merkezi Eğitim Kültür Derneği, gençliklerinde Muradiye Camii etrafında
merhum Ahmet Sarıoğlu Hocanın çevresinde buluşan ve tanışan, çoğu öğrenciyken
sınırlı fiziki
şartlarda güzel ahlak ve doğru bilgiyle tanışma imkanı bulan insanların, bugün
yeni kuşaklar için mevcut birikimlerini ve yüreklerini katarak kurdukları bir
dernek.
2010 yılında farklı mesleklerden akademisyen,
eğitimci, doktor, yönetici, girişimci, esnaf vb. kişilerin kurulmasına öncülük
ettikleri MİM ailesi, gençlere samimi bir
dost, bir ağabey, bir abla olup gençlerin bu ülkeye güzel bir gelecek
olmaları amacı ve niyetiyle çalışmalarını sürdürüyor.
MİM-DER’in
yapmış olduğu çalışmaları ve Türkiye’de gençliği MİM-DER Eğitim Koordinatörü
Abdülaziz Tantik Bey ve MİM-DER Eğitimden Sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi Ömer
Karaoğlu Bey ile konuştuk.
"GENÇLERİN
HEM AKLINA HEM DE KALBİNE YÖNELMEK İSTİYORUZ"
Öncelikle bize MİM-DER’i anlatır mısınız? Hangi amaçla, ne zaman kuruldunuz? Kimsiniz, neler yapıyorsunuz?
Ömer Karaoğlu: Tam bir takvim vermek zor ama 3. yılımız zannediyorum. 3. yılımıza girdik. Aslında biraz kadim zamanlara dönmek lazım. 1970’lerin son devresi ve 80’lerin başlarında Bayrampaşa’da bir imam var idi. Muradiye Camii İmam Hatibi Ahmet Sarıoğlu. 1985 yılında vefat etti, Allah rahmet eylesin. Ahmet Hocamızın etrafında genç, ihtiyar epeyce bir insan topluluğu vardı. Onlar Ahmet Hoca’nın ilminden istifadeyle Allah’ın kitabını, peygamberi, dini ve güzel şeyleri öğrenmeye çalışılırlardı. Bir mektep hüviyetindeydi Muradiye ve cami merkezli bir oluşumdu. Çünkü aynı caminin imam hatibiydi Ahmet Hoca. Bu dönemlerde özellikle 80’lerin ilk devresi benim de yetiştiğim dönemdir. Ortaöğretim öğrencilerine, üniversite öğrencilerine ve çalışan kesime yönelik ayrı ayrı grup çalışmaları vardı rahmetli hocanın. Aslında dönem için oldukça verimli ve faydalı bir topluluktu. Tabi Ahmet Hoca’nın 85 yılında vefatıyla bu arkadaş grubu bağlarını sürdürmekte ısrar ettilerse de bir miktar çevreye de dağıldılar İstanbul dışına da, İstanbul’un değişik semtlerine de. Tabi rahmetli hocamızın faaliyet alanı sadece Bayrampaşa değildi. Bayrampaşa’yı aşan ilgi ve bağları da vardı. Zaman zaman farklı muhitlere, farklı ilçelere ders okutmak için de kitap ve sünnet ekseninde yaptığı çalışmaları paylaşmak için giderdi. Aradan geçen uzunca bir dönemden sonra biz bu dağınıklığı yeniden nasıl toparlarız ve bir araya geliriz, güzel bir mekan inşa edip, bu çalışmaları yeniden ihya edebilir miyiz endişesiyle birkaç arkadaşımızın teşvik ve gayretleriyle MİM Muradiye İlim Merkezi’ni tesis etmiş olduk.
Öncelikle bize MİM-DER’i anlatır mısınız? Hangi amaçla, ne zaman kuruldunuz? Kimsiniz, neler yapıyorsunuz?
Ömer Karaoğlu: Tam bir takvim vermek zor ama 3. yılımız zannediyorum. 3. yılımıza girdik. Aslında biraz kadim zamanlara dönmek lazım. 1970’lerin son devresi ve 80’lerin başlarında Bayrampaşa’da bir imam var idi. Muradiye Camii İmam Hatibi Ahmet Sarıoğlu. 1985 yılında vefat etti, Allah rahmet eylesin. Ahmet Hocamızın etrafında genç, ihtiyar epeyce bir insan topluluğu vardı. Onlar Ahmet Hoca’nın ilminden istifadeyle Allah’ın kitabını, peygamberi, dini ve güzel şeyleri öğrenmeye çalışılırlardı. Bir mektep hüviyetindeydi Muradiye ve cami merkezli bir oluşumdu. Çünkü aynı caminin imam hatibiydi Ahmet Hoca. Bu dönemlerde özellikle 80’lerin ilk devresi benim de yetiştiğim dönemdir. Ortaöğretim öğrencilerine, üniversite öğrencilerine ve çalışan kesime yönelik ayrı ayrı grup çalışmaları vardı rahmetli hocanın. Aslında dönem için oldukça verimli ve faydalı bir topluluktu. Tabi Ahmet Hoca’nın 85 yılında vefatıyla bu arkadaş grubu bağlarını sürdürmekte ısrar ettilerse de bir miktar çevreye de dağıldılar İstanbul dışına da, İstanbul’un değişik semtlerine de. Tabi rahmetli hocamızın faaliyet alanı sadece Bayrampaşa değildi. Bayrampaşa’yı aşan ilgi ve bağları da vardı. Zaman zaman farklı muhitlere, farklı ilçelere ders okutmak için de kitap ve sünnet ekseninde yaptığı çalışmaları paylaşmak için giderdi. Aradan geçen uzunca bir dönemden sonra biz bu dağınıklığı yeniden nasıl toparlarız ve bir araya geliriz, güzel bir mekan inşa edip, bu çalışmaları yeniden ihya edebilir miyiz endişesiyle birkaç arkadaşımızın teşvik ve gayretleriyle MİM Muradiye İlim Merkezi’ni tesis etmiş olduk.
Bu çalışmanın da aslında o günlerde gelişen ana damarı
değişmedi. Yine aynı vurgularla aynı değer ve hassasiyetleri ihya etmeye
yönelik bir çalışma. Belki aletler, imkanlar ve vasıtalar çeşitlendi ve
çoğaldı. Ama insanla ilgili olan eksen değişmiyor. Bu tür çalışmalar her zaman
ihtiyaç duyduğumuz çalışmalar. Memleketimiz ve bütün dünyanın ihtiyacı olan
çalışmalar diye düşünüyoruz. Buradan özellikle Abdülaziz Hocamız gibi kıymetli
dostlardan destek alarak, buradaki çalışmayı daha düzenli, tertipli nasıl kılabiliriz,
onların da birikimlerinden nasıl istifade edebiliriz çabası içerisinde MİM 3.
yılına girmiş oldu.
Burası ortaöğretim öğrencilerinin müdavimi olduğu, gelip gittiği
bir mekan. Burada onların bir taraftan okul derslerine takviye ve destek amaçlı
bir eğitim ve öğretim var. Bir de tabi eğitsel tarafı var.
Abdülaziz
Tantik: Burada
ağırlıklı olarak 3 temel eksen üzerinden hareketle öğrencilerle diyaloğumuz
var. Birinci temel eksen, çocukların derslerine müfredat eğitimlerine katkıda
bulunmak. Sosyal bilgiler, matematik, fen, fizik gibi derslerine burada
-üniversiteli abiler tarafından kendilerine yardımcı olunuyor- dersler
veriliyor. Orada okul derslerinin gelişmesine, yani akli boyutlarının
gelişmesine yönelik bir katkıda bulunuyoruz. Tabi bizim çalışmalarımız bununla
sınırlı değil. Aynı zamanda onların kalbine de yönelmek istiyoruz. Çünkü her
çocuk fıtrat üzere doğar ve bu fıtrat üzere doğmasının gereği olarak da dinle
daha sahih bir ilişki kurar.
Bu
çerçeve içerisinde onlarla değerler üzerine de bir çalışma yapıyoruz. Bunu iki
düzeyde yapıyoruz. Bir kitap okumaları çerçevesinde, iki tarih ve medeniyet
çerçevesinde yapıyoruz. Bunları daha çok gruplar bazında değerlendiriyoruz.
Öğrenciler kitap okuyorlar ve o hoca eşliğinde o kitaplar üzerinde mütalaalar yapıyorlar.
Tarih ve medeniyet bağlamında da hem geziler hem görsel vizyon dahil olmak
üzere çocuklarla tarih ve medeniyet üzerine konuşmalar yapıyoruz. Bir de
bunların üzerine değerler eğitimi dediğimiz daha çok ahlak, din, iman, İslami
düşünce diye tanımladığımız kavramların da bir şekilde çocukların zihinlerine
nakşedilmesi için onlarla sohbetler tertip ediliyor. Bu çerçeve içerisinde de
kalbi derununa bir şekilde yönelmek, onlarla bir bağ kurmak istiyoruz. Üçüncü
temel şıkkımız ise, sanatsal faaliyetler bağlamındadır. Bu noktada da ara ara
film izletiyoruz.
Sanatsal çalışmalarda bizde ağırlıklı olarak gitar var mesela.
Çocuklar gitar çalmayı öğreniyorlar, müzikle bağlarını kuruyorlar. Bu çerçeve
içerisinde de duygularına hitap etmek istiyoruz. Sinema, gezi gibi
faaliyetlerimizi yoğunlaştırıyoruz. Örneğin, geçen günlerde Suriye ile ilgili
sosyal yardımlaşma çalışmalarımız oldu. Suriye anlamında bizim öğrencilerimizin
hazırladığı bir kermes düzenlendi. Bu kermese kendileri katkıda bulundular ve
para vererek ürünleri satın aldılar. Çocuklar pasta, börek gibi yiyecekleri
evlerinde hazırladılar. Bir kısmı annelerine hazırlattılar ama kızlarımız
kendileri hazırladılar. Yaptıklarını burada sundular, sonra kahvaltı ve öğle
yemeğinde aileler de katıldılar. Bütün bir Pazar gününü böyle geçirdik. Artı
gençlere yönelik Gazeteci Yazar Turan Kışlakçı tarafından bir seminer
verdirdik, Suriye’de neler olup bittiği üzerine. Çok güzel ve hoş bir ortam
oldu, cıvıl cıvıldı. Bu tip çalışmalar da devam ediyor. Hem akıllarına, hem
kalplerine hem de duygularına hitap eden bir çerçeve üzerinden geçiyoruz. Bazen
çok yoğun oluyor, çok güzel geçiyor. Bazen üzüyorlar bizi, hiç gelmiyorlar,
bugün olduğu gibi (Gülüyorlar) Ama her an çocuklarla içli dışlı olmak bence çok
keyifli ve çok güzel.
"KENDİNİ GENÇ HİSSEDEN HERKESİ GENÇ OLARAK KABUL
EDİYORUZ"
MİM-DER
olarak “gençlik” kavramını nasıl tarif ediyorsunuz? Gençlerle ilgili ne tür
çalışmalar yapıyorsunuz?
Abdülaziz
Tantik: Bu
bölgenin çocukları özellikle düşünce ile çok fazla içli dışlı değiller.
Kitaplarla belki içli dışlı olma ihtimalleri var, çünkü artık ortaokullarda ve
ilkokullarda edebiyat derslerinde düzenli kitap okumaları yapılıyor. Fakat
düşünce ve kavram dediğimiz durum üzerinde çok fazla ilişkili değiller. Biz
daha çok gençlere bu temel bilgilerin ne olacağı ile ilgili temel değerlerle
ilgili şeyler vermek istiyoruz. Bu çerçevede hem metin okutuyoruz, kitap
okumaları yapılıyor bir taraftan, mesela Mustafa Kutlu’nun öyküleri okutulup
onun üzerinden değerlendirmeler yapılıyor, bir zemin ve temel oluşturacak
bilgiler aktarmak istiyoruz. Ben hem ortaokul hem de liselerin dersine
giriyorum. Haftada 1 ders her sınıfa giriyorum. Onlarla da biz temel kavramları
konuşuyoruz. Allah, din, iman, düşünce, özgürlük gibi bu kavramlar üzerinden
paylaşımlarda bulunuyoruz. Bir perspektif kazansınlar istiyoruz. Bu çerçevede
çalıştığımız için bir gençlik olarak daha çok ortaokul ve liseyi hesaba katan
ama tabi buna üniversiteyi de ekleyen, üniversiteyi bir gençlik hareketi olarak
düşünmekte büyük fayda var, ama biz biraz daha trendi açıyoruz, kendini genç
hisseden herkesi genç olarak kabul ediyoruz. Özellikle Ömer Hocamın tefsir
dersleri olsun, bizim Cuma sohbetlerimiz olsun orada da bayağı yaşlı gençler
geliyorlar. Derslere, sohbetlere katılıyorlar hatta Arapça derslerimiz var.
Burada genç kavramını salt, belli bir zamansal aralığa
sıkıştırmıyoruz. Daha geniş düşünüyoruz ama tabi ki bizim sonuçta daha çok 9-10
ve 18-20 arası bir hedef kitlemiz var. onlarla daha çok ilişki kuruyoruz.
Mesela önümüzdeki dönem kampa götürmek istiyoruz. Ara ara sinemaya götürüyoruz,
gezilere götürüyoruz. Mesela Fatih, Suriçi özellikle de tarihi yarımada
gezilerini yapacağız. Bunlarla çocukların hem tarihi tanımaları, bir kişilik,
bir kimlik, bir farkındalık oluşması için elimizden gelen gayreti göstermeye
çalışıyoruz.
"KLASİK
SİVİL TOPLUM ANLAYIŞININ ÖTESİNDE BİR ŞEY MÜSLÜMANCA DÜŞÜNMEK"
Dersinizden
bahsedebilir misiniz kısaca?
Ömer
Karaoğlu: Hocamız
zaten bunu satır aralarında ifade etmeye çalıştı. Bu neticede gencin
ihtiyardan, çocuğun aileden, öğreticiden kalın çizgilerle yapay çizgilerle
ayrılmamasını gerektiren bir eğitim anlayışı. Aslında bunu ne kadar ihdas edip
burada oluşturabiliriz bilmiyoruz ama gayretimiz bu yönde inşallah. Bahsedilen
dersler bu amaca yönelik dersler. Belki burada özellikle öğrenci kitlesinin
içerisinden çok az kısmı bu yetişkin faaliyetlerine katılabiliyor. Ama amacımız
bu geçişkenliği de zaman içerisinde sağlayabilmek.
Haftada
bir gün Kur’an çalışması yapıyoruz.Kur’an’ı nüzul tertibi
içerisinde yürüttüğümüz bir çalışma bu. Bu amaçla oluşturulmuş bir çalışma. Bu
sürekli yürümesi gereken okuma faaliyeti ve düşünme faaliyeti. Burada da
ilimle-amel, ilimle-iman, ahlak arasında irtibatların da çok sıkı ve geçişken
olduğunu biliyoruz. Bu noktada da her ne kadar teorik ayrımlar koysak da
ilimden, amele ve Salih amelden imana dönük irtibat alanının canlı ve diri
geçişken olması gerekiyor. Bunu da böyle ortaya koymak gerektiği için bu dersler
aynı zamanda bir ahlakı, bir pratiği ve ameli ortaya koyma amacına dönük
değilse yapılanlar da kuru bir okumadan öteye gitmez. Belki standart, klasik
manada sivil toplum kavrayışının ötesinde bir şey Müslümanca düşünmek,
Müslümanca eylememiz bakımından bir şey bu. Çocukların düşünce dünyasına dönük
şeyler hep bunlara dönük şeyler.
Ayrıca
hadis okumalarımız var. Cuma
akşamları Abdülaziz Hocamızın belli kavramlar ki kendisinin önceden tespit edip
belirlediği kavramlar etrafında bir sunumu oluyor. O da çok verimli ve
bereketli geçiyor. Onun dışında bir hadis okuma çalışmamız var. Şevket
Hocamızın pazartesi akşamları yaptığı hadis okumaları var. Onun dışında aylık
seminer programımız var. Yakın zamanda başladık, zannediyorum bu üçüncüsü
olacak inşallah. Daha önce Abdurrahman
Arslan, Mustafa Tekin geldi,
nasip olursa bu ay Ümit Aktaş gelecek. Bu seriyi de önemsiyoruz.
Ayda bir meseleleri biraz daha teferruatlı konuşabileceğimiz,
dinleyebileceğimiz bir zemin oluşturmaya gayret ediyoruz. Bu da bizim rahmetli Ahmet
Hoca’nın başlattığı bir gelenekti aslında.
Birçok cemaatin, cemiyetin bu anlamda faaliyetleri var. Biz
biraz daha esaslı konular seçmeye gayret ediyoruz. Hayatımıza intikal etmesini
arzu ettiğimiz, zihinlerimizde karmaşa, karışıklık oluşturmuş birtakım
kavramları, kurumları, olayları, ilişkileri burada inşallah bir parça açıklığa
kavuşturma fırsatına sahip oluruz. Bu dışarı açık bir faaliyet, çevreye,
dostlara açık bir faaliyet. Gerçi bütün faaliyetlerimiz öyle ama ancak aylık
seminerlerde öyle bir genişliği bulabiliyoruz. Katılım gayet güzel, inşallah
artarak da devam eder.
"İSLAMCILIK
HAREKETİ STK’LARA DÖNÜŞMEKLE BERABER ÇOK CİDDİ BİR İVME KAYBETMİŞTİR"
Yaptığınız
dersleri sizin de anlatmanızı istiyorum hocam. Burada şöyle bir soru da geliyor
aklıma: Müslümanların başını çektiği ve kurumsallaşmasını sağladığı STK’ların
bu son 10 yıllık dönemde ciddi bir çalışma ve faaliyet içerisinde olduğunu
görüyoruz. Geçmişten günümüze ne tür bir değişim, dönüşüm geçirdiğimizi
düşünüyorsunuz?
Abdülaziz
Tantik: Biz
burada derslere 3’te başlıyoruz. Çocuklar önce aşağıya inip abdestlerini
alıyorlar, birlikte namaz kılıyoruz, sonra derse geçiyoruz. Cumartesi-Pazar
ağırlıklı olarak kız erkek lise öğrencilerimiz geliyor. Öğle tatilini 25 dakika
yaptık, rahat namaz kılsınlar diye, cemaatle namaz kılıyoruz. Çocuklar
abdestlerini alıyorlar aşağı iniyorlar ve namaz kılıyoruz. Bu aynı zamanda
konuşulan şeylerin uygulamada da pratik olarak gözetilmesini hedefleyen bir şey
ki bu bence çok anlamlı ve önemli. Bunu bir baskı oluşturarak değil ama gönüllü
katılımı sağlayarak gerçekleştirildiği zaman çok bereketli olacağını
düşünüyoruz. Çocukların bir şekilde namazla, cemaatle, topluluk olarak dini bir
ritüeli yerine getirmekle buluşması çok önemlidir. Onun ruh dünyasında çok güzel
gelişmelere vesile olur umudunu taşıyoruz.
Tabi
STK’lar daha çok belki İslamcılık hareketi içerisinden tanımlamak gerekir ki
İslamcılık hareketi STK’lara dönüşmekle beraber aslında çok ciddi bir ivme
kaybetmiştir, bir yozlaşmayı da içinde taşımıştır. Çünkü daha önceleri gerçekten hem siyasal
hem de ekonomik odaklardan uzak duruyorlardı. Bu açıdan da daha özgür ve
düşünceyle daha iç içe bir yaşamı öne çıkarıyorlardı. Bu da etkinliklerini daha
da çok arttırıyordu.
Mesela 90’lı yıllara baktığımız zaman üniversitelerde Müslüman camianın çalışmaları çok yoğun ve çok bereketliydi. Şimdi aynı üniversitelere dönüp baktığımız zaman çok ciddi kırılmalar var. Eskiden bir parti hareketi olması bağlamında Milli Görüş’ün, Anadolu Gençlik bağlamında çok önemli işler yaptığını görüyoruz. Ama bugün aynı atılımı aynı enerjiyi göremiyoruz. Daha sivil, siyasetten bağımsız gruplar, cemaatler vardı üniversitelerde çok ciddi çalışmalar yapıyorlardı. Bugün göstermelik hareketlerin dışında üniversitelerde çok ciddi bir hareketin varlığını gözlemleyemiyoruz. MTTB, ki bizim kuşak MTTB ile büyümüştür, ama son dönemlerde MTTB’yi yeniden dirilteceğiz diye ortaya çıkanların siyasal bağlantıları yüzünden çok ciddi bir hareket ortaya koymamalarını gözlemleyebiliyoruz. Bütün bunlar STK’ya dönüşen cemaatlerin aslında çok ciddi anlamda güç ve değer kaybına uğradığını gösteriyor bize.Bunun en temel sebebi bugün büyüme arzusu, güç elde etme hissiyatı, arzusu, isteği doğal olarak kişileri ekonomik gruplara ya da siyasi güçlere yönlendiriyor. Onlarla kurulan bağlar ise tersinden çok olumsuz etkiler oluşturuyor. Bunu bir örnekle somut olarak şöyle anlatmak istiyorum.
Mesela 90’lı yıllara baktığımız zaman üniversitelerde Müslüman camianın çalışmaları çok yoğun ve çok bereketliydi. Şimdi aynı üniversitelere dönüp baktığımız zaman çok ciddi kırılmalar var. Eskiden bir parti hareketi olması bağlamında Milli Görüş’ün, Anadolu Gençlik bağlamında çok önemli işler yaptığını görüyoruz. Ama bugün aynı atılımı aynı enerjiyi göremiyoruz. Daha sivil, siyasetten bağımsız gruplar, cemaatler vardı üniversitelerde çok ciddi çalışmalar yapıyorlardı. Bugün göstermelik hareketlerin dışında üniversitelerde çok ciddi bir hareketin varlığını gözlemleyemiyoruz. MTTB, ki bizim kuşak MTTB ile büyümüştür, ama son dönemlerde MTTB’yi yeniden dirilteceğiz diye ortaya çıkanların siyasal bağlantıları yüzünden çok ciddi bir hareket ortaya koymamalarını gözlemleyebiliyoruz. Bütün bunlar STK’ya dönüşen cemaatlerin aslında çok ciddi anlamda güç ve değer kaybına uğradığını gösteriyor bize.Bunun en temel sebebi bugün büyüme arzusu, güç elde etme hissiyatı, arzusu, isteği doğal olarak kişileri ekonomik gruplara ya da siyasi güçlere yönlendiriyor. Onlarla kurulan bağlar ise tersinden çok olumsuz etkiler oluşturuyor. Bunu bir örnekle somut olarak şöyle anlatmak istiyorum.
2004-2005
yıllarında İslamcılar bir eylem yaptıklarında Beyazıt’a 10 bin kişi
topluyorduk. 2006, 2007, 2008’lerde 5-6 bine düşmüştü. 2010’dan sonra artık bin
kişiyi bulamıyoruz. Hedef
küçülttüler Fatih Camii’ne taşıdılar. Gerçekten bu çok acı bir durum.
İslamcılığın nasıl siyasallaşarak, siyasal erke yaklaşarak kendi varlığını
aslında tükettiğini, erittiğini gösteren tablo ki bu çok hoş bir şey değil. Bu
tabi biraz da şey, sizden birileri iktidara geliyor; tanıdığınız içinizden
birileri belediye başkanı, milletvekili oluyor; bir şey istiyorsunuz ve tek
telefonla hallediyorsunuz. Ama bu sefer iş eleştiriye gelince, muhalefet etmeye
gelince hiçbir şey yapamıyorsunuz.
Bununla
birlikte genel bir kanı var, Ak Parti’nin İslamcıların
yapmaya cesaret edebildiği birçok şeyi hem söylemesi hem uygulaması da sanırım
bu erimeyi de beraberinde taşımıştır. Görece de olsa böyle bir özelliği var.
Özellikle Arap dünyasında Ak Parti’ye yönelik İslamcı tanımla yapılması ki
yerli İslamcılar bunu kabul etmezler. Ama dışarıdaki İslamcılar Ak Parti’yi
İslamcı ve rol model olarak görüyor. Bunlar da otomatik olarak buradaki insanları,
belli bir şuur seviyesinin altında olan insanları ya da biraz daha
dünyevileşmiş bir İslamcı tabanı etkisiz hale getirdi. STK’ların olumsuz
yansımaları olarak düşünüyorum ben bunu.
"BİZ
ABİLERİMİZİN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKARDIK, AHLAKİ BÜTÜN EDİMLERİ ONLARIN GÖZÜNÜN
İÇİNE BAKARAK ÖĞRENDİK"
Gençler,
üniversitelerde yıllarca bu hareketlerin içinde bir kıvılcım oluşturdu. Ama bu
durumun giderek kaybolduğunu her şeyin çözüldüğü, normalleştiğini, kimsenin
eleştirisini dile getirme kararlılığını dahi gösteremediğini görüyoruz. Bir söz
geliyor aklıma; Batılılar bugün “Müslümanlarla ilgili bir şeyi yine
Müslümanların kendi kendilerine yapmasına” cidden çok özen gösteriyor
olmalılar. Kendimize gözlerimizi kapamış durumdayız! Türkiye’nin son dönemini
nasıl görüyorsunuz?
Abdülaziz
Tantik: Sezai
Karakoç’un [5 Ocak 2013] cumartesi günü konuşması vardı, bence
muhteşemdi. Orada nasıl sekülerleştiğimizi söylüyordu. 150
yıldır batılılaşma süreci devam ediyor. Gerçek modernleşme, gerçek Türk
modernleşmesi 2002’de başladı. 2002’de başlayan süreçle birlikte
tabana yayıldı. Bundan önceki bütün modernleşme süreçleri yukarıdan aşağıya
doğru bir dikteydi. Ama 2002’yle beraber tabandan tavana doğru bir istek olarak
tabana yayılarak varlık kazanmaya başladı ve bence modernleşmenin gerçek tarihi
2002’de başlar. O yüzden sekülerleşme çok başat bir unsur haline geliyor.
Başbakan’ın sürekli dile getirdiği şeyler var: “Biz din milliyetçiliği
yapmayacağız, para milliyetçiliği yapmayacağız, ırk milliyetçiliği
yapmayacağız” diye. Orada da aslında farkına varmadan bir ikiliğin laikliğin
aslında Müslüman zihin tarafından nasıl algılandığını da ortaya koymuş oluyor
bize. Siz evet, dindarları seveceksiniz ama dindarlık ya da dindarlığın öne
çıkmasına izin vermeyeceksiniz anlamında.
O yüzden merkeze gelen her güç artık çevre olmaktan çıkıp merkez
olmaya başladığı anda zaten hem değer anlamında hem düşünce hem de eylem
anlamında bir değişime de maruz kaldığını göstermiş oluyor bize. Bu çerçevede
çok problemli bir şey.
Gençlerle
ilgili duruma gelince şöyle bir şey vardı: Biz abilerimizin gözüne
bakardık. Biz abilerimizi rol model olarak kabul ederdik. Onlar bizim için
yaşayan pratiklerdi. Ahlaki bütün edimleri biz
onlara bakarak öğrendik. Bakardık kitap okuyor biz kitap
okumaya özenirdik. İnsanlara bir şey anlatıyordu biz de insanlara bir şeyler
anlatmak isterdik. Bugün o tarz insanların sayısı çok düştü maalesef. Böyle bir
problemle karşı karşıyayız. Geriye kalanlara da artık şöyle diyorlar: “Siz hala
orada mısınız?” diye. Ben de Ömer de biz hâlâ buradayız diyoruz. Bir yere
gittiğimiz yok bizim.
"BİZDE
İKTİDAR OLAN MUHALİFTİR, MUHALİF OLAN İKTİDARDIR"
Ömer
Karaoğlu: MİM’in
ne olduğunu söylemek için biraz MİM’in ne olmadığını da anlatmaya çalıştık
aslında. Belki o vesileyle buralara kadar geldik.
Benim de kanaatim şu: Müslüman olmayı, dindarlığı salt politik aktörler, ilişkiler üzerinden okumanın bir sonucu oldu bu yaşanan süreç. İktidara taşındı, Müslümanlardan birileri siyasal iktidar oldular… oysa bizim kavrayışımızda, nazari planda da iktidarla muhalefette bu kadar kalın çizgilerle, tıpkı sivil, resmi, kamusal, özel alan ayrımı olmadığı gibi net tanımlarla ortaya konmuş değil. Bizde iktidar olan muhaliftir, muhalif olan iktidardır. Batılı manada bir iktidar ve muhalefet tanımının mutlaklaştırılması ayrı bir çelişkidir bizim açımızdan. Bu tuzağa da dikkat çekmek lazım. O açıdan Müslümanların elbette siyasal bilinci dünya muamelatına dair genel anlamdaki ifadesiyle, söyleyecek sözleri, hassasiyetleri, eylemsellikleri olmalı. Ama bu okumayı modernin politik unsurları, aktörleri, aletleri üzerinden yapmamalı bu okumayı!
Benim de kanaatim şu: Müslüman olmayı, dindarlığı salt politik aktörler, ilişkiler üzerinden okumanın bir sonucu oldu bu yaşanan süreç. İktidara taşındı, Müslümanlardan birileri siyasal iktidar oldular… oysa bizim kavrayışımızda, nazari planda da iktidarla muhalefette bu kadar kalın çizgilerle, tıpkı sivil, resmi, kamusal, özel alan ayrımı olmadığı gibi net tanımlarla ortaya konmuş değil. Bizde iktidar olan muhaliftir, muhalif olan iktidardır. Batılı manada bir iktidar ve muhalefet tanımının mutlaklaştırılması ayrı bir çelişkidir bizim açımızdan. Bu tuzağa da dikkat çekmek lazım. O açıdan Müslümanların elbette siyasal bilinci dünya muamelatına dair genel anlamdaki ifadesiyle, söyleyecek sözleri, hassasiyetleri, eylemsellikleri olmalı. Ama bu okumayı modernin politik unsurları, aktörleri, aletleri üzerinden yapmamalı bu okumayı!
Aslında
böyle olduğu zaman X parti Y parti fark etmeyecek. Adalet-zulüm, hak-hakkaniyet
esası üzerinden yaklaşacaktır hem ülkesinde hem de dünyada olan bitenlere.
Böyle olduğu zaman o angajman tuzağı da aslında bertaraf edilmiş olur diye
düşünüyorum. Bu anlamda belki bizim gibi kurumların –ki Abdulaziz Hocanın da az
önce söylediği gibi- bu ülkenin ve dünyanın gerçekten ihtiyaç duyduğu böyle bir
bağımsız söyleyiş. Bu bağımsız söyleyiş sadece
kitapla ve Peygamber(sav)’le, onun sünnetiyle kayıtlı bir söyleyiştir.
Onu bağlayan üçüncü, dördüncü unsurlar yok, olmamalı. Bu anlamda bizim reele
dair tutumumuz idealle reel arasındaki o ince çizgi, itidal çizgisidir. Yani
ideali reel adına buharlaştırmayan realiteye teslim olarak… Ve yaşanabilme
ihtimali olamayan bir kurgusal din de icra etmemeliyiz. İdeale de bu anlamda
yaslanarak dini yaşanır olmaktan çıkarmamalıyız. Bu denge çok önemli bizim
için. Bu kurumlar ve bu kurumlarda iş gören insanları aslında bu anlamda bu
amaca hizmet etmeli. Bu açıdan çok kıymetli de. Bu kurumları çoğaltmak lazım.
Aslında kurumsal olmaktan öte bireyde başlayan, ailede devam eden, topluma
hücreleriyle yansıyan bir çalışma biçimi. Onun için bunu çok kalın çizgilerle
belirleyip STK demenin de bir anlamı yok aslında. Ama bu kurumlar bir cemaattir,
cemiyettir.
"BU
MEKANLAR GENÇLERE DOĞRU ROL MODELLER SUNMAK İSTİYOR"
İnsan
gençken daha savruk, daha gözü kara, daha hesapsız oluyor… Bu anlamda gençlerin
doğru yönlendirilmesi zorunlu oluyor. Gençlere kılavuzluk yaparken, örnek
olurken hareket ettiğiniz temel dinamikleriniz (değerleriniz) nelerdir?
Abdülaziz
Tantik: Tabi
ki bu noktada bizim için Müslüman olmak en temel özelliktir. Burada bizim için
en temel örnek Hz. Peygamber (sav)’dir. Peygamber (sav)’ın örnekliğini
örnek alacak gençlerle ilişki kurmak gerekiyor. Bunun
için de tek bir kavramımız vardır; cömert ve fedakar olmaktır.
Hem beklentisiz olarak vereceksiniz hem de fedakarlık yapacaksınız, bazı
haklarınızdan vazgeçeceksiniz. Onlar için bazı hasletlerinizden, bazı
tutumlarınızdan vazgeçeceksiniz. Diyelim ki rahata düşkünseniz, bu işi
yapamazsınız. Çocuklarla, gençlerle hemhal olacaksınız, onların dertleriyle
dertleneceksiniz. Onlarla gerektiğinde bir baba müşfikliğinde gerektiğinde bir
abi sıcaklığında gerektiğinde bir kardeş, arkadaş, bir dost sıcaklığında ilişki
kurarsanız aslında o çocuk sizi sever ve o sevgi üzerinden çocuk kılavuzunu
temin eder.
Biz
biliyoruz ki eğitimde vazgeçilmez bir şey vardır; rol model. Çocuklarımız rol model olarak televizyonlarda,
gazetelerde, magazin programlarında gibi birçok alanda yanlış rol modellere
yönlendiriliyor. İnsanlar
yanlış rol modeller yüzünden de yanlış işler yapıyorlar. Ama bu tip mekanlar
onlara doğru rol modeller sunmak istiyor. Feragat eden, fedakarlık eden,
kendisi bir beklenti içinde olmadan onlara yardım eden, destekleyen, paylaşan
tipler… Bunlar olunca çocuklar da zaten doğal olarak onlara benzemeye
çalışıyorlar, sorunlar da çözülüyor. Burada en temel niteliğin sevgi
ve muhabbet olduğunu
düşünüyorum. Eğer bir kişi hocasını, arkadaşını severse, bir dostunu ya da
abisini severse ona benzemek isteyecektir. O namaz kıldığı zaman o da namaz
kılmaya başlayacaktır. O hiç yalan söylemiyorsa, o da yalan söylememeye
başlayacaktır. Ya da o kişinin sözü etkili olacaktır.
Düşünün
sigara içen birinin çocuklara sigara içmeyin demesi. Bu mümkün mü? Burada rol
modelin ahlaki anlamda ideal bir çizgiyi taşıması gerekiyor ki o çocuklar da
ona bakarak kendilerini düzeltsinler. Ben bu tip yerlerde buna çok uygun
tiplerin olduğunu düşünüyorum. Gençlerin içerisinde bu işi çok iyi yapan
arkadaşlarımız oluyor, biz de onlara destek veriyoruz. Çocuğun diyelim ki
sınavı var, buradaki hocalar yalnız derse girip çıkmıyor, o çocuklara ders
çalıştırıyor. Bu vesileyle de çocuklar hocaların fedakarlık yaptığını
görüyorlar. Biz ayda 20 TL gibi çok cüzi
bir ücret alıyoruz. Ders
başı değil bu, kayıt için alıyoruz. Bu çok sembolik bir ücret. Artı gezmeye
götürüyorsun, sinemaya götürüyorsun, kitap alıyorsun, şunu yapıyorsun, bunu
yapıyorsun… Bunun dışında artı bir ücret istemiyoruz. En asgarisini ona
yüklüyorsun, gerisini sen karşılıyorsun. Bunların hepsi fedakarlık ve cömertlik
olarak ön plana çıkıyor. Çocuk bunu fark ediyor; bugün fark etmese bile
büyüdüğünde fark edecektir. Ben böyle bir ortamdan geçtim benim de böyle olmam
lazım diyecektir. Özellikle ortaokul, lise ve üniversite 1 ve 2 sınıflarına
hitap ederken bunların bugünden yarına pat diye her şeye haiz olacaklarını
düşünmek yanıltır bizi. Bu süreçte sağlıklı bilgilerle, sağlıklı kişilerle
iletişim kurmaları bizim için avantajdır ve güzel tarafıdır bu işin. Süreç
içerisinde de şu an yaramaz olsa da bu onda iz bırakır ve gelecekte onun doğru
yola yönelmesinde onun tekrar doğru zemine ulaşmasında önemli bir işlev kazanır
diye düşünüyorum.
Ömer
Karaoğlu: Resmi
ve formal, modern eğitim metodlarından temel farkı bu. Modern
eğitim sisteminde insanların öğretmenin öğrencilerini seçmek gibi bir şansı yok.
Ama buralarda bu imkanlar var. Dostluk
ilişkisini kurduğu, sevdiği bir eğitici, abisi, bir büyüğü ile irtibat kurup bu
dostluğu geliştirebileceği bir zemindir burası. Ama
formel eğitimler böyle değil. Zamanı gelince mezun olur, diplomayı alır ve
gidersiniz. Bireysel istisnalar, o eğitim sisteminde fedakar hocalar da var.
Ancak bu yapılar ağırlıklı olarak böyle bir ilişki alanı tesis etmek üzerine
kuruluyor. Söz ve eylem tutarlılığı olan insanları örnek alacak bu çocuklar. Bu
tarafı da çok önemli; burada bu kadar işi neden yapıyor bu insanlar? Bu soruya
vereceği cevap aslında bu kurumun hedefi. Bu kadar katkıyı bu bir avuç insan
neden bize veriyor. Çocuğa bu soruyu samimiyetle sordurabilmek ve doğru cevabı
bulabilmesini sağlamak. Çünkü hayatının bundan sonrası için önemli olanı bu
soruya vereceği cevaptır.
Türkiye’de
yıllarca gençliğin önüne birtakım idealler servis edildiğini ama yapılanların
genellikle bunların anlatılmasından ibaret kaldığını görüyoruz. Bu anlamda
geleceğin inşası için gençlere ne yapmak gerekiyor?
Abdülaziz
Tantik: Yapılması
gereken şu, bir çocuğun ne olup olmadığı ile birinci derecede ilgilenmeden onun
doğru davranışlar ve düşüncelerle buluşmasını sağlamaktır. Süreç zaten onu
ıslah edecektir diye umuyoruz. ‘Bunu
sana söyledim, hemen kendini düzelt’ değil de doğru
örnek ortaya koyarak, doğru düşünceyi ona sunarak, onu hissetmesini, onu deneyimlemesini
sağlayarak hareket edersek gelecek açısından bence umut var, geleceğin
inşasında olumlu adımlar atmış oluruz.
"BİZ DAVETÇİ BAKIŞI GELENEKTEN ALIYORUZ VE GELECEĞE TAŞIYORUZ"
Gençlerle
ilgili çalışmalarınızı yürütürken gelenekten nasıl besleniyor, geleceğe nasıl
bakıyorsunuz?
Abdülaziz
Tantik: İnsanla
birebir ilişki kurmak, onlarla muhabbet kurmak, onlarla paylaşmak, davetçi
kimliğiyle alakalı bir şeydir. O yüzden biz
davetçi bakışını gelenekten alıyoruz ve geleceğe taşıyoruz. Elbette ki algısal düzlemde ya da
araçsal anlamda bazı farklılıklar söz konusu olacaktır. Öz itibariyle bir
değişiklik söz konusu değildir. Davetçiden kastımız şu; bir
saflığı ve bir sahihliği içinde taşımasıdır. Dini
gayesi saf olacaktır, Allah’ı razı etmenin dışında bir gayeye matuf
olmamalıdır. Burayı bir sıçrama tahtası haline dönüştürmemelidir. Bu çok önemli
bir ayrım.
İkincisi mümkün mertebe sahih olanla bir ilişki kurmalıdır. Kur’an ve sünnetin o sahih çizgisine yakın duruşu öne çıkararak ya da tarih boyunca Peygamber (sav)’den hemen sonra sahabelerin ondan sonraki toplulukların bu sahih çizgiyi taşıdıkları gibi o çizgiyle doğru ilişkiler kurarak bugün de aynı çizgiyi taşımaktır.
İkincisi mümkün mertebe sahih olanla bir ilişki kurmalıdır. Kur’an ve sünnetin o sahih çizgisine yakın duruşu öne çıkararak ya da tarih boyunca Peygamber (sav)’den hemen sonra sahabelerin ondan sonraki toplulukların bu sahih çizgiyi taşıdıkları gibi o çizgiyle doğru ilişkiler kurarak bugün de aynı çizgiyi taşımaktır.
Davetçi bunu yaparken hem bir saflığı hem de sahihliği öne
çıkarır. Bu zaten davetçinin vazgeçilmez özelliğidir. Diğer özelliği de ahlaki
özelliklerdir. Feragat etmesi, fedakarlık etmesi, cömert olması, kendinden çok
diğerlerini düşünmesi gibi şeyler bunu besleyen şeylerdir. Bu dün de gelenek
anlamında da öyleydi, yarın da olması gereken özelliklerdir bence.
"DÜN,
BUGÜN VE GELECEK ARASINDA SAHİH BİR DÜŞÜNCE İNŞA ETMEK"
Ömer
Karaoğlu: Bizim
medeniyet tarihimiz anlamında baktığımızda kökleri çok daha derinde olan
peygamberler tarihi ile irtibatlandırdı hocam. Ama bu geniş tarihi sahayı da
bir tarih bilincini ıskalayarak, yok saymayan bir yaklaşım biçimi. Bunu yapmış
olmak, bizim için örneğin Osmanlı’yı içerisinde çok kıymetli tecrübelerin
bulunduğu bir laboratuvara dönüştürür. Ama aynı anda tümüyle onunla aynileşen,
hatadan beriyi gören bir sığ muhafazakarlığa da dönüştürmemeli. Bu da itidal
noktası tabi.Gelenekle
bu anlamda yüzleşmeliyizelbette. Burada tarih çalışmaları,
tarih okumaları, geziler hepsi bu kimlik buluşmasıyla ilgilidir. Dünü ve
hafızası olmayın bir toplumun istikbalinin de olmayacağını biliyoruz hepimiz.
Dünüyle, bugünüyle, geleceğiyle 3 boyutlu bir düşünme sahih bir düşünme
biçimini inşa etmek buradaki amaç. Ama gelenek anlamında teslimiyetçi bir
tavır, geleneği aynıyla tekrarlayabileceğini varsayan bir tavır, gelenek de
gördüğü her şeyi kutsayan, mübarekleştiren, azizleştiren bir yaklaşım ne de
geleneği yok sayarak onu tezyif eden bir yaklaşım biçimi. Bu ikisi arasında
itidali de hedefliyoruz tabi. Bunlar uzun süreli süreçler, yaşanarak
anlaşılacak süreçler.
"TÜRİYE’DE
ÖZGÜRLÜĞÜN ALGILANMA BİÇİMİ ÇOK SAKAT"
Türkiye’de
yakın zamana kadar özgürlüklerle ilgili ciddi sorunlar yaşanıyordu. Bu
sorunların birçoğu bugün çözülmüş olsa da önümüzdeki süreçte büyük problemlerin
bizi beklediği aşikâr. Türkiye’de özgürlüklerle ilgili neler düşünüyorsunuz?
Abdülaziz
Tantik: Kurumsal
anlamda değil ama mutlaka şahsi kanaatlerimizi paylaşabiliriz.
Özgürlük kavramının çok sorunlu ve problemli olduğunu
düşünüyorum. Özellikle özgürlüğün algılanma biçimi Türkiye’de çok sakat.
Özgürlüğü daha çok hak mefhumu ve insan hakları kavramı çerçevesinde
değerlendiriyoruz. Ve tamamen modernliğin ürettiği kavramsal çerçevenin
içerisinde sıkışmış olarak buluyoruz onu. O yüzden böyle bir özgürlük anlayışı
ya da özgürlük beklentisinin kendisi zaten problematik özellik taşıyor.
Hakikatle ilişkisi bağlamında da sorunlu duruyor. Bu çerçeveden meseleye baktığımız
zaman görece Batılı anlamında özgürlükler sanki görece daha bir özgürlük ortamı
varmış gibi görünmekle beraber aslında tam tersi özgürlüklerin çok ciddi bir
şekilde baskılandığını da düşünüyoruz. Çünkü özgürlüğün tam olarak ortaya
çıkabilmesi için herhangi bir baskı ortamının oluşmaması gerekir. Buna hem
siyasal hem ekonomik hem sosyal baskıyı ekleyerek söylüyorum. Eğer bir taraftan
baskın bir siyasal ortam varsa, diğer taraftan baskın bir ekonomik ortam varsa
öbür taraftan baskın bir sosyal ortam varsa bu aslında benzer bir şekilde
özgürlüğü ortadan kaldıran bir durumu oluşturuyor.
28 Şubat’ta biz özgürlükten bahsedemiyorduk. Aslında özgürlüğü
kısıtlayan, yasaklayan herhangi bir şey söz konusu değildi doğal olarak. Ama
ortamda oluşturulan baskın karakterin kendisi özgürlükleri işlemez hale
getiriyor. Tersine bugün de aynı şeyler söylenebilir. Ekonomiyi elinizde
tutuyorsunuz, siyaseti elinizde tutuyorsunuz ve medyayı elinizde tutuyorsunuz
bütün bunlarla beraber sizi özgür kılıyorum diyorsunuz.
Bakıyorsunuz
PKK ile görüşmeler yapılıyor, değişik konuşmalar yapılıyor, bugün her şeyi
konuşup tartışabiliyorsunuz ama öyle bir baskın ortam var ki mesela uca
gittiğiniz an silinebilirsiniz. Hakim kanaatin dışında bir
yorum sergileyemezsiniz. Bu çerçeveyi hesaba kattığımızda bence özgürlükler tam
olarak ortada değil. Ama bunu ben Batılı norm içinde
söylemiyorum. Bunun özellikle altını çizmek isterim. Dolayısıyla böyle bir
özgürlük, herkesin çok rahat bir özgürlük ortamının olduğunu düşünmüyorum. Özellikle
filozoflar için, hikmet sahibi insanlar için, düşünce insanları için tam bir
özgürlük ortamı yok. Çok rahat dışlanabilirsiniz,
çok rahat yok sayılabilirsiniz, çok rahat silinebilirsiniz.
"TÜRK EĞİTİM
SİSTEMİNİN EN SORUNLU ALANI SINAVDIR"
Yapılan
araştırmalara göre Türkiye’deki gençlerin büyük bir çoğunluğu imkanı olsa yurt
dışına gidebileceğini ve orada yaşayabileceğini söylüyor. Sizce gençler
Türkiye’den neden gitmek istiyorlar? Gençler, Türkiye’de neyden memnun değil?
Abdülaziz
Tantik: Gençlerin
yurtdışında yaşamak istemelerinin çok temel ve haklı göstergeleri var.
Birincisi, Türk eğitim sistemine baktığımızda özellikle 70-80’lerden sonra
eğitim düzeyi oldukça sığlaştı. Özellikle üniversitelerde hocaların tezlerini
Avrupa üzerinden intihal ederek ve bunu çok yaygın kanaate dönüşmesinin
getirdiği öğrenci psikolojisi üzerindeki etkisini düşünelim. İstisnaları vardır
ama eğitim kurumlarından mezun olan insanlar hakikaten hazırlıklı bir hale
gelmiyor. Adam 4 yıl okuyor, okulu
bitiriyor ama kendini hazır hissetmiyor. Sadece bitirmiş oluyor.
Türk
eğitim sisteminin en sorunlu alanı sınav üzerinden gerçekleşmesidir. Sınava girdiniz bitti, ondan sonra sizden
hiçbir şey beklenmiyor, böyle bir durumla karşı karşıyayız. İş bulma konusunda
da yardımın, rüşvetin döndüğü bir ortamda gerisini siz düşünün… Batı’da
okudukları zaman insanlar bir dil öğreniyorlar. Böyle bir garabet var mı? Ortaokuldan
üniversiteye kadar yabancı dil görüyorsunuz ama yabancı dili ne
konuşabiliyorsunuz, ne yazabiliyorsunuz, ne okuyabiliyorsunuz.
Bu eğitim sistemi kabul edilebilir bir şey mi? Bunlar da tabi algıya dönüşüyor
ve haklı gerekçeler oluşturuyor. Çocuklar da gitmek istiyorlar. İş bulma
konusunda da bir avantaj sağlıyor. Doktoranızı İngiltere’de, Avrupa’da
yapmışsanız siz tercihe şayan bir insan oluyorsunuz. Burada binlerce doktora
mezunu olan arkadaş var. Ama Amerika’da doktora yapmış biri Başbakanın
başdanışmanı olabiliyor. Gençler de hem eğitimimizi yaparız, hem de
dilimizi geliştiririz diye düşünebiliyorlar. Tabi burada en iyi öğrenmenin
dışarıda gerçekleştiği algısı da var.
Ömer
Karaoğlu: Bir
yabancı dili öğrenmek faydadan uzak değil. Ama üniversitelerde ya da şimdi
ortaöğretime kadar indi, eğitim dilinin yabancı dil olması da kadar saçma bir
şey yok. Eğitim dilini yabancı dilleştirenlere de sormak lazım. Bu cazibe
alanını oluşturan bir faktör de bu. Bunun karikatürünü yaşayacağım yerine,
gider bu resmin aslını görürüm diyor. Aslında bu haklı bir gerekçe oluşturuyor
öğrencilere. Bir taraftan Batı dünyasının kışkırtıcı özgürlükler daveti de bir
rol oynuyor. Bu da olumsuz tarafı.
"BATI,
BÜTÜN DÜNYAYI ‘TEK BOYUTLU İNSAN’A DÖNÜŞTÜRMEK İSTİYOR"
Bugünkü
gençlerin hepsi televizyonla büyüdü. Şimdi buna bir de sanal dünya eklendi.
Gençlerin algılamaları, hayal dünyaları, zihinlerinin çalışması, bakışları,
görüşleri, kodlamaları, hepsi görsel ya da sanal dünyanın kurallarına göre
şekilleniyor. Bu dünyanın nimetleri ya da kötülükleri gençleri nasıl etkiliyor?
Bu anlamda gençlere ne yapmalarını tavsiye edersiniz?
Abdülaziz
Tantik: Bir
kere tek boyutlu insana dönüşüyorlar. Aslında Herbert Marcuse 20. yy.
en önemli filozoflarından bir tanesidir. O bunu çok net bir şekilde ifade
ediyor. Kitabı da Türkçe’ye tercüme edildi, ‘Tek Boyutlu İnsan’ diye. Batı
dünyası, felsefesi, düşüncesi aslında bütün dünyayı tek boyutlu insana
dönüştürmek istiyor. Çünkü
tek boyutlu insan olduğu için çok rahat kullanılabilir, çok daha rahat
yönlendirilebilir. Böyle bir çerçeve var. Bunu biz mekânsal anlamda da
görüyoruz. Hangi şehre giderseniz gidin hepsi birbirine benziyor. Bu
mekânsal benzerlik aslında çok kaçınılmaz bir şey. Bu direkt olarak
davranışlara da yansıyor.
Televizyon
dizileri, giyim tarzı, gülüşü hepsi birbirine benzemeye başlıyor. Kendi
olmaktan çok akıntıya kapılan bir birey haline dönüşüyor. Devrimler
bile öyle örgütleniyor. Bence
bu çok problemli bir şey. Kur’an bize bu noktada Müddesir
Suresi’nde araftakilere, cehennemdekilere soruyor ya “Siz niye
cehennemdesiniz? ” diye. Onlardan bir tanesi, “Namaz
kılmadıkları, Ahiret Günü’nü inkar ettikleri ama en önemlisi batıla dalanlarla
birlikte dalıp giderdik ve ölüm bu hal üzerine gelip çattı” diyor. Yani akıntıya kapılıp gitmek.
Kur’an yine Tekvir Suresi’nde
uyarıyor; “Bu yöneliminiz, gidişiniz nereye?” diye. Bence burada gençlere
sorulması gereken soru o. “Nereye gidiyorsunuz?” Yaptığınız
şey sizi temsil ediyor mu, kendi kimliğiniz kişiliğiniz
üzerinden mi bunu gerçekleştiriyorsunuz, yoksa herkesle birlikte hiçleşiyor
musunuz? Bence bu sorunun sorulması lazım.
Bu
anlamda gençlere tavsiyem şu, kesinlikle yoğun bir şekilde hastalık derecesinde
sanal aleme bulaşmamaları gerekiyor. Facebook, Twitter, mail gibi sanal alemler
okuma zevkini de öldürüyor. Bunlar bir kere onu sabırsız hale getiriyor. Çocuklar
artık sabırsız olmuş, 20 dakika bile ciddi bir şey dinleyemiyor. O yüzden mümkün mertebe bunları
azaltması lazım. Yavaş yavaş bunlardan kurtulması lazım. Bunsuz
bir dünya kurabiliyorlarsa bence en mükemmel insan onlar olur. Kendin
olabilmek için size sunulan bütün şeyleri reddetmekte saklıdır. Sunulan
şeyleri reddedebilirseniz kendiniz olabilirsiniz.
"İNTERNET
BİLGİYLE-EYLEM ARASINDAKİ İRTİBATI KOPARIYOR"
Ömer
Karaoğlu: Bilgiyi
ve eylemi de ucuzlatıyor tabi. Bilgiyi kolay erişebilir bir şey olarak çokça
tüketmeye ve ucuzlamasına vesile oluyor. Çocuklar bilgiye eriştiklerinde ki
çoğu zaman bilgiye erişmek için kullanmazlar bu aleti, hazlara erişmek için
kullanırlar, sahici ilişkiler geliştirmelerini engelliyor. Aslında
internet aleminde tabiri caizse kurt olmuş bir delikanlıyı bulun, insan
ilişkilerinde bir o kadar özgüvensiz olduğunu fark ediyorsunuz. Kendi
kimliğini geliştirmesi güçleşiyor çocuğun, çünkü sahici ilişkiler kurmaya
alışık değil. İnsan insana ilişkiler kurmayı, sözün gücünü, bütün bunları
klavyeye yüklemek aynı şeyi yapmıyor. Çünkü ötede görmediği bir insana cesur
hatta iki yüzlü davranabiliyor. Buna da kapı aralıyor, bu ucuz erişim imkanı.
Oysa sahici ilişkilerinde insan bu kadar yalan söyleyemez mesela.
İnternetten
bir bilgi edinilmez, malumattan başka bir şey yoktur orada. Malumat da bilgi değildir. Oradan bir
eylem ortaya çıkmaz. Bilgi eylem arasındaki bir şuur ortadan kalkıyor.
Bilgi aslında bir süreç ve orada bilginin kaynağı konusunda çok ciddi şaibeler de var. İnternete yüklenen bilgiler daha çok enformasyon anlamı taşıyan şeyler. Bilgiyle eylem arasındaki irtibatı koparan bir vasıta zaten. Bizim algılayışımızda Müslümanca düşündüğümüzde bilgiyi bizatihi kendinden değerli bir şey sanmıyoruz ki… Batılı bilim anlamında Yunan bilgisi, felsefe bilgisi anlamında kutsayamayız biz. Bilginin bizatihi kıymeti yoktur. Bilgi ahlak ve amele dönüşüyorsa anlamlıdır. O irtibatı koparan bir vasıta bu. Ya da en azından gerçekleştirme imkanı sağlamıyor çok fazla.
"BİZ HABERİN KAYNAĞINI, HABERİN KİM TARAFINDAN TAŞINDIĞINI HABER KADAR ÖNEMSEMELİYİZ"
Sanal
dünyanın nimetlerinden biri de gençlerin sosyal medyada kendilerini ifade
etmelerinde aracı olması. Hatta son dönemde ‘Arap Baharı’yla sosyal medya
üzerinden gerçekleşen ayaklanmalara, devrimlere şahit olduk/oluyoruz. Sosyal
medyayla ilgili ne düşünüyorsunuz? Gençler özellikle Facebook ve Twitter’da
başka bir dünyada yaşıyor gibi… Bu dünya nereye gidiyor sizce?
Ömer
Karaoğlu: İnterneti çok geniş bir posta kutusu gibi düşünebiliriz. Çok seri ve
hızlı bir haberleşme aracı. Ama
bir o kadar manipülasyona açık zaaf boyutunu taşıyor bu, benim endişem bu.
Bilgiyle ilgili söylediklerim bu mesele ile ilgili de geçerli bence. Orada
sahici bir siyasal örgütlenmeyi gerçekleştirmenin tabii yolu değil. Spekülasyona,
manipülasyona çok açık.
Birilerinin
bu hareketlerini arzu ettikleri projeler içerisinde sevk etmeleri, idare
etmeleri, yönlendirmeleri, manipüle etmeleri çok mümkün. Medyada da bu
var. Bizim genel ilkemiz bu konuda şudur; Kur-an’da, “Fasıklar
size bir haber getirdiğinde…” diye
başlayan ayettir. Biz haberin kaynağını, haberin
kim tarafından taşındığını haber kadar önemsemeliyiz. Bu bilgi için de geçerli. Bilgiyi
taşıyan vasıta bizatihi bu bilginin oluşum sürecinde temel unsurlardan bir
tanesidir. O yüzden biz alimi söylediği bilgiden azade değerlendiremeyiz. Alim
olmaz o zaman zaten belki akademisyen olabilir, belki bir medya aracı gibi
internet olabilir. Bilgisayar bilgiyi yeniden
üretmez ve yorumlamaz. O
bilginin ahlakı ve ameli de yoktur. Biz bu kopmuş bağları yeniden tesis edelim
diye itiraz edip, eleştiriyoruz bu noktayı. Siyasal bir süreçle de aynı
endişeler söz konusu. Çünkü bilginin sıhhati, örgütlenmenin sıhhati, sevk ve
idare olunuş biçiminin sıhhati konusunda çok ciddi soru işaretleri oluşmalı
diye düşünüyorum. Arap baharını tetiklemiş olabilir. Bazı ülkeler için hayırlı
neticelere de gebe olabilir bu süreçler. Bu söylediğimiz bununla ilgili değil.
İnternette,
Facebook ve Twitter hesaplarınızdan, mail üzerinden namaz üzerine binlerce
mesaj yollayabilirsiniz. En seçilmiş metinleri, kulağı okşayan metinleri
paylaşabilirsiniz ama küçük bir mescitte bir araya gelip kıldığınız iki rekat
namazdan hazzı ve o kazanımı elde edemezsiniz. Aslında mesele bu. Bilgiyle eylemi
buluşturma dediğimiz, değer ve inancı buluşturma dediğimiz bu. Bu yaşanan bir
hal çünkü. Bu olayı insani olmaktan çıkaran bir şey. insani, sıcak ve tabii
ilişkiyi dönüştüren bir süreç. Aslında sıkıntı bu. Yoksa bizatihi aletin
kendisine baktığınız zaman bir alettir o kadar. Ama insana çok sık saldıran
yönü ve boyutu var.
"ÇOĞALARAK
PARÇALANAN HER ŞEY ANLAMINI VE DEĞERİNİ YİTİRİR"
Abdülaziz Tantik:
Duyguyu öldürüyor. Mekanik bir algı dünyası inşa ediyor. Ve sizin bu mekanik
algı dünyasından dolayı artık hiçbir şeyi umursamaz hale getiriyor. Müslümanca
baktığınız zaman bu bir tekasürdür. Tekasür hiçbir zaman tevhidin yerini
tutamaz. Bu hep parçalamaktır, parçalamaktır, parçalamaktır… ve çoğaltmaktır. Çoğalarak
parçalanan her şey anlamını ve değerini yitirir. Tam da
itirazımız buraya bizim. Çoğalmaya ve parçalanmaya itiraz ediyoruz. Çünkü bu
anlamı ve değeri öldürüyor, yok ediyor. Bizse anlam ve değer üzerine
inşa istiyoruz, tevhid istiyoruz, hayatı bir bütün içinde kavramak istiyoruz. O
bütünlüğü kavramadan parça parça yaşadığınız zaman olay bitiyor. Düşünün
bilgisayarın başında gömülmüş Feysteki yazışmalara annesini duyar mı o,
ablasını duyar mı, kardeşini duyar mı? Hiç kimseyi duymaz ve tepkisi çok
sert olur. Ben çocuklarımdan biliyorum, “Gittt, anne yaa” diyor ya da “Yarım
saat sonra” diyor kendince. Babalığınızı kullanarak kaldırabiliyorsunuz bu
sefer de kırılıyor aslında farkına varmadan. Bize öyle bir şey sunuluyor ki
aslında bizi yok eden bir şey. Bizim lehimize olan bir şey değil, bunu bilmemiz
lazım. Modern dünyanın insanlığa sunduğu şey, insanlığın lehine, hayrına
değildir, aleyhinedir.
Ömer
Karaoğlu: Televizyonda bir katliam görüntüsünün seri bir şekilde çoğaltılıyor
olması ve her gün gün içerisinde defaatle insanlara servis ediliyor olması
zaten olayın insaniliğini öldüren bir şey. Bir beldeye yukarıdan bir bomba atmaktan
daha vahim bir şey bu. Çünkü bu bomba buraya düşseydi ki bugün Suriye’ye
düşüyor ve her gün yüzlerce insan ölüyor. Ama servis edilen görüntüler
tersinden bu duyguyu öldürüyor. Çünkü sıradanlaşıyor ve
normalleşiyor bu hadise. Oysa bu bomba buraya düşseydi aynı etkiyi vermeyecekti
bize bu haber.
"‘BU
BENİM HAYATIM DİYOR’ ADAM"
Yeni
kuşak gençlik “Y kuşağı gençlik” olarak da adlandırılıyor. Bu kavram genellikle
90’ sonrası doğumlular için kullanılan bir ifade. Y kuşağı gençler; iyi
seviyede teknoloji algısı, bilgisi, kullanımı olan gençler olarak ifade
ediliyor… Sizce teknoloji gençleri nereye götürüyor? Gençlerin teknolojiyle
kurmuş olduğu irtibatı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Abdülaziz
Tantik: Bu
kişiler sosyal hayatta da çok ciddi dezavantajlara sahip oluyorlar. Düşünün her
3 ayda bir cep telefonu ya da bilgisayar değiştiriyorsunuz. Her ay program
değiştiriyorsunuz. Ve sürekli bir değişim çizgisi içerisindesiniz. Dolayısıyla
sabitlik algısı mekânsal ve zamansal olarak ortadan kalkıyor. Bunların
evlilikleri de öyledir. Genç kuşağın evliliklerine
bakın, orta kuşakla genç kuşak arasındaki temel fark o. Genç kuşak evleniyor,
bir sene sonra boşanıyor; ikincisiyle evleniyor, bir çocuk bırakıyor sonra
üçüncüsüyle evleniyor, bir çocuk bırakıyor… Bu iş
böyle gidecek… Bunları bekleyen en temel sorun da bu. Ya evlenmeyecekler,
evlilik kurumu ortadan kalkacak, sürekli partner değiştirerek devam edecekler.
Bir aile ortamı oluşturamazlar bunlar. Aile ortamını oluşturduğunu düşünün bir
anda yabancılaşacaklar. Çünkü birbirleriyle görüşemeyecekler. Ancak Facebook
üzerinden görüşebilecekler.
Sosyal
ilişki ağını öldüren bir şey bu. O yüzden buna itiraz ediyoruz.
Bireyselleştiren, bencilleştiren ve aslında sosyal hayata karşı bütün
duyarlılığına kaybeden, öznellik dediğimiz post modernliğin getirdiği temel
hastalıklardan bir tanesi. “Bu benim hayatım” diyor
adam. Bunu deyince akan sular duruyor. Böyle olunca ikinci bir hayatı
önemsemiyor. O zaman eşin ne oluyor, çocuğun ne oluyor? Bir karşılığı yok. Hala
bu toplumlarda geleneksel bağın çok güçlü olmasından hareketle aslında biraz
daha zararları biraz biraz dengelenebiliyor. Ama yarın öbür gün, 10 sene sonra
bu geleneksel yapının da dengeleri bozulmaya başlar. Kızlar ayrı eve çıkıyor,
erkekler ayrı eve çıkıyor daha evlenmeden. Bu ne demek biliyor musunuz? Ailenin
yıkımı demektir işte. Halbuki
bugün Batı’da yeniden aileye dönüş için ciddi projeler var. Biz de ise çok
ciddi anlamda boşanma patlaması var. Bu kişiler çok iş de
değiştiriyorlar. Aynı işte çok sabit kalamazlar. Bu bir hastalık.
"ÇAĞIN
İKİ ÖNEMLİ HASTALIĞI: HIZ VE HAZ"
Ömer
Karaoğlu: Ali
Şeriati’nin güzel bir sözü vardı, insanı keşfetmekle ilgili. Batının
insanı doğru tarif edemediğini ve bütün problemin de burada başladığını söyler. Bu çocuklar bu aletleri kullanıyorlar.
Bu çocuklara çağın kendi insanlıklarını vahiyle irtibatlarını hakikatle
irtibatlandırarak insanlıklarına keşfetmesine yardımcı olacağız hep beraber.
Kendi insanlığımızı da keşfedeceğiz aslında bunu yaparak. Aslında
çağın iki önemli hastalığı söylenir ya hep; hız ve haz. Çocuklar, gençler bu
ikisini kendilerinin hayrına, iyiliğine olmadığını fark ettikleri anda bence
işin büyük bölümü çözülmüş olacak. O zaman bu aletler bugün
ifade ettiği değeri ve kıymeti ifade etmiyor olacak. Bu yüzleşmeyi
sağlayabilmek için bütün çabamız.
"GENÇLERİN
SAF VE SAHİH DÜŞÜNCEYLE İLİŞKİ KURMALARI VE NİTELİKLİ İNSANLARI OKUMALARI
GEREKİYOR"
Türkiye’yi
gençler üzerinden düşündüğünüzde nasıl bir gelecek tasarlıyorsunuz? Nasıl bir
Türkiye’de yaşamak istiyorsunuz? Gelecek hayalinizi kısaca anlatır mısınız?
Abdülaziz
Tantik: Bu
bahsettiğimiz olumsuz süreçlerle nasıl mücadele ettiğinize bağlı ve nasıl bir
ülkede yaşıyor olacağımızı belirleyen Allah’ın takdiriyle ilişkili tabi.
Bunları bizim çabalarımız belirlemiş olacak. Biz mevcut durumu onaylayan ona
rıza gösteren bir derdi, kaygısı olmayan, fedakarlık ve feragatte bulunmayan
insanlar olmaya devam edersek Müslümanlar olarak yaşayacağımız Türkiye bundan
daha iyi bir Türkiye olmayacak. Aslında bütün mesele bu. Bu
kurumları, bu ilişkileri, bu çabaları yoğunlaştırmamıza bağlı. İhale etme,
sorumluluğunu birleme, sorumluluğunu iktidara, oraya, buraya hatta aynı kurumun
içerisinde birkaç insana ihale etmeyen, sorumluluk alan insanlar olmamıza
bağlı.
Müslümanların
bence gevşediği, eridiği süreç bu. Müslümanların kaybettiği, yitirdiği en
önemli esaslı şey bu. Bundan 15-20 yıl önce bu çok daha olumluydu bu anlamda.
Çabalar vardı, örnek aldığı insanlar vardı, gıpta ettiği rol modeller farklıydı
insanların. Ama şu an özellikle bizim mücadele ettiğimiz bilgiyi hızlı ileten
vasıtalar yoluyla derdimizi anlatmamız aslında bir o kadar zorlaştı ve bir o
kadar da kolaylaştı.
Çocukların
maddi hayatın kazanımlarını birer hedef olarak koymamaları gerekiyor önlerine. Okurken
de üniversiteleri biz hep meslek edindiren kurumlar olarak baktık. Mezun olsun
da para kazansın. Evet böyle bir realite var, Türkiye ve dünya gerçekliği var.
Ama okumanın bundan çok öte ve
ciddi iş olduğunu, doğrudan kendileriyle ilgili bir iş olduğunu fark etmeleri
gerekiyor çocukların. Bu eğitim ve öğretim sistemi bunu
anlatmaz, bunu öğretmez insana. Bunu öğretecek zamanı da mecali de yok.
Bu
anlamda dostluğa önem vermeleri gerekir. Ama bu modern anlamdaki 'kanki' diye
tanımladıkları dostluk değil. Gerçek anlamda dostluk. Sakinliği
ve sabretmeye öğrenmeleri gerekir. Sükûnet
içinde hayatı sürdürmeyi öğrenmeleri gerekir. Bu çok çabuklaştırılmış hayat
içerisinde dingin kalabilmeyi başarmaları gerekiyor. Bunun için de nitelikli
okumalar yapmaları gerekiyor. Nitelikli insanları okumaları
gerekiyor. İlk
andan itibaren söylediğimiz şeyi saf ve sahih düşünceyle ilişki kurmaları
gerekiyor. Bu ilişkiyi sağlayacak metinler okumaları gerekiyor. Bunu mümkünse
diz dize yapmaları gerekiyor. Bir
hoca bulacaklar, bir abi bulacaklar, o onu yetiştirecek, buna mürid-mürşid
hikayesi de diyebiliriz. Bu
çok tasavvufi bir terim olduğu için kullanmıyorum ben bunu ama bir mürşidi, yol
göstereni olacak. O yol gösteren olmadan kendi
başına yolu bulmaları imkansız gibi geliyor bana. Çünkü tam bir anafor içindeler. Bu
anafordan çıkışı gösteren birilerine ihtiyaç vardır. Burada da çok seçici olmaz
zorundadırlar. Baştan
itibaren söylenen söz-eylem bağlamını hesaba katan bir yol göstericiye ihtiyaç
vardır. orada da sükûnet, sabır üzerine bir hayatı ortaya koydukları zaman o
zaman bunları araca dönüştürebilirler. Onun
büyüsüne kapılmayabilirler. Gerektiğinde rahatlıkla terk edebilirler. Ona
yabancılaşarak onunla ilişki kurarlar. Eğer ülfet besleyerek onunla hemhal
olarak, onun gibi olmaya çalıştıklarında biterler. Bu dengeyi muhafaza etmek
lazım. Böyle bakarlarsa mesele çözümlenir.
Ömer
Karaoğlu: Genç
kendisinin ayağını bastığı yerde kıymetli bir varlık olduğunu keşfetmeli
bence. ‘Ben kıymetliyim. Çünkü Allah
beni bu dünyaya getirdi, bana hayat hakkı verdi’. Bu bile onun
kendi şerefini fark etmesi için önemli bir başvuru noktası. O halde beni insan
kılan, insanlaştıran, beni Rabbime yaklaştıran, yaratılış gayeme yaklaştıran
sebepler neler, bunları öğrenmenin derdine önce düşmeli, sonra mesela bir
örnek, “Yalan söyleme” diyor Kitap, yalan söylememeyi
deneyimlemeli içinde yaşadığı ailede, toplumda. O zaman eşyaya, insanlara,
topluma bakışı da çok ciddi değişime uğrayacaktır. Ne kadar çok insanın ne
kadar kolay yalan söylediğini fark edecek halkın büyük bir çoğunluğunun
Müslüman olduğu bir ülkede. Sahici ilişkiler dediğimiz şey bu aslında başından
beri söylediğimiz. Bu kayıpları gördükçe kendisinin bu kayıp aleminde nasıl bir
cevher olduğunu fark edecek. Önce kendine değer katacak, sonra yakın arkadaşına
değer katmaya çalışacak. Bunu yaşayarak yaptığı zaman ne zengin, ne mutlu bir
tecrübe olduğunu fark edecek. Bu bir süreç. Gençlere şunu yap, şöyle
olursun deme şansımız yok. Her birinin hikayesi farklı. Herkes kendi
menkıbesini yaşasın.
Kaynak: http://www.on5yirmi5.com/haber/guncel/stklar/121781/islamcilik-stklara-donusmekle-ivme-kaybetti.html
