Türkiye Yazarlar Birliği ve İstanbul Büyük Şehir Belediyesi
Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı tarafından gerçekleştirilen 4.
Edebiyat Mevsimi bu yıl ‘Tasavvuf’ konusunu ele
alıyor.
Melek Paşalı, “Doğu ve Batı Hikâyelerinde
Tasavvufi İzler” başlığında yaptığı konuşmada Tanzimat
Edebiyatı diye tanımladığımız dönemden günümüze hikâyelerdeki tasavvuf
izlerini anlattığı konuşmasında, Doğu ve Batı hikayelerinde tasavvufi
anlatılarının nasıl olduğuna, bakış açımızdaki farklılıklara değindi.
“Algı dünyamızın ve ona bağlı kavramlar dünyasının geliştirilmesinin başat değişim olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu genel eğilimin yanında istisnai bazı eğilimlerde vardır. Tasavvufa dayalı metafizik insan algımızı terk etmek istemeyen istisnai şahsiyetlerimiz, edebi şahsiyetlerimiz de vardır. Ve bunların bu gün örneklik teşkil edebilecek bir iki çalışmasından söz edebiliyoruz. Onun dışında çoğunluk artık bu sembolik dili ve onun dayandığı metafizik dünyayı terk etme eğilimindedir.
Modern edebiyatımızın biliyorsunuz en büyük başarısı artık
sosyal bir varlık olarak insanı merkeze almasıdır. Metafizik bir varlık olarak
insan yerine sosyal meselelerin aktörü olan insan tipini biz öne
çıkarırız.
19. yy’dan itibaren 20. yy’ın başlarında özellikle yazılan hikâyelerde ve romanlarda, bütün edebi çalışmalarda bizzat insanın gündelik meselelerini edebiyata dâhil etmeye çalışırız. İnsanın gündelik meselelerinden bahsetmemek, insan tekinin problemlerine inmemek, bunları da biliyorsunuz ki Klasik edebiyatımıza yöneltilen en büyük eleştirilerden biridir. Biz hiçbir klasik eserde o döneme ait insanının sosyal yaşamına dair, sosyal problemlerine dair, güncel meselelere dair detaylı bir şey bulamayız. Bu konuda yapılmış çalışmalar da var. Mesela Leyla ile Mecnun eserini ele alalım, klasik, tasavvuf merkezli bir hikâye. Burada bizim bütün hikâyemiz, aşkın insanda yaratacağı tekâmüle odaklıdır. Klasik hikâyelerde vuslat yoktur. Vuslat olursa bu itici güç işlevini tamamlayacaktır ve insanı sabit hale getirecektir. İnsan metafizik varoluşuna doğru bitmeyen bir gayret içinde hareket edebilmesi için sürekli vuslata erecekmiş gibi bu umutla yaşatılması gerekir. Bütün klasik hikâyelerimiz böyledir. Ferhat ile Şirin, Aslı ile Kerem vb. Vuslat olmaz ama insan yeniden anlamlandırılır. Kadın ve erkek dünyayı yeniden anlamlandırır. İnsanı yeniden tanımlar.
Modern insanın metafizik hedefleri, hayalleri olmadığı için öyle bir gayreti olmadığı için insanın ‘dünyevi olan’ beşeri taraflarına eğilme söz konusu olmaya başlar. Sınıfsal meseleler, insanın dünyayla çatışması, maddi imkânlar, insanın çevresiyle ilgili ait olduğu sınıfla ilgili, ait olduğu toplumla ilgili, milletle ilgili çatışma unsuru yaratan meseleler modern edebiyatın temel konuları haline gelir. Doğal olarak böyle bir edebiyatta tasavvufa da ihtiyaç kalmaz. Bu çok rahat anlaşılır bir şeydir. Modern edebiyatımızda gerçek anlamda bir tasavvuf söz konusu değildir. Bazı örnekler var ve bunlar nedir diyeceksiniz? Mesela 19. yy’da "Muhayyelat-ı Aziz Efendi" bu anlamdaki ilk örnek eserdir. Tasavvuf diliyle batı romanını, batı tahkiye anlayışını birleştirme çabasıdır. Başarılı değildir ne yazık ki. Edebi anlamda yol açıcı bir eser değildir. Bu konuda en başarılı eser hepimizin çok iyi bildiği Filibeli Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayal’idir. Amak-ı Hayal hem doğu hem batı düşünme biçimini varlık tasavvurunu çok iyi bilen bir zihnin kendi metafizik dünyasını terk etmeden insan olma gayretini muhafaza eden bunun hikâyesini anlatmaya çalışan, aslında mütevazı görünümlü ama bence çok iddialı bir eserdir.
Bundan sonraki metinlerde tasavvufun nasıl ortaya çıkar peki? Cumhuriyet döneminde roman ve hikâyede biz tasavvuftan ziyade dini konuları görürüz. Asıl olan tasavvuf değildir. Din bir problem olarak modern Türk romanında ve hikâyesinde karşımıza çıkar. Ama bu defa problemdir.”
Ali Haydar Haksal, “Kıssa Geleneğimizden Günümüze Hikâyemizde Tasavvufi Etkiler” başlığında yaptığı konuşmada öykü ve hikâyeyi ayrı ayrı tanımlayarak konuşmasına başladı. Haksal’a göre batıdan gelmiş olan anlatının bizdeki karşılığı öykü; fakat bizde geçmişte bunun karşılığı hikâyedir. Son zamanlarda Mesnevi ile roman arasında bir bağlantı kurulmaya çalışıldığına da değinen Haksal bunun pek sağlıklı bir şey olmadığını da vurguladı.
Batıdan bize gelmiş olan türlerde gerek roman gerek öykü de dünyaya bakışın birbirinden farklı şeyler olduğuna dikkat çeken Haksal, "biz her şeyden önce Müslümanız ve belli alanlarımız olduğunu unutmamamız gerekir" dedi... Haksal, “Müslüman yazarın ve Müslümanın yazın hayatı nasıl olmalı?” sorusuna cevap veren konuşmasında "sınırları belirlenmiş bir hayat tarzının karşısında batılılar gibi perdeleri kaldırılmış bir hayatın içinde meselelere bakamayız. Biz her satırımızdan fiili olarak sorumluyuz. Batılı ise bize hür insan portresi sunar" dedi.
Modern öyküyle bugünkü hikâyenin birbirinden ayrılması gerektiği ve bununla ilgili tanımlamanın da bizim tarafımızdan kesinlikle yapılması gerektiğini belirten Haksal, kendi edebiyatımızda da bir ayrıma giderek masalların, sözlü kültürün ve geleneğin önemine değindi. Örnekler üzerinden konuşmasına devam eden Haksal, Sabahattin Ali’yle Yaşar Kemal’i karşılaştırdı. Eserlerinde insanla, hayatla, Allah'la kurdukları bağı masaya yatırdı. Ayrıca Rasim Özdenören, Durali Yılmaz ve Mustafa Kutlu gibi isimlerin hikâyelerinden de örnekler veren Haksal, hikâyenin bizle kurduğu irtibatı anlattı. Romanla ilgili olarak da “Batıdan aldığımız romanları kendi kültürümüzle dönüştürmeliyiz” vurgusu yaptığını da belirtmeden geçmeyelim.
Tasavvuf ve Hikaye konferansının son konuşmasını yapan İsmail Kıllıoğlu “Mesnevilerde Tasavvufi Doku ve Sezai Karakoç’un Leyla ve Mecnun’u” başlığında yaptığı konuşmada tasavvufi metinlerde farklı, birbiriyle çelişen ve çok fazla tartışılan rivayetler olduğunu belirtti. Tasavvufun dayanmış olduğu kavramlar ışığında konuşmasını açan Kıllıoğlu, bu düşünce zenginliğinin nasıl ortaya çıktığını eserler üzerinden örnekleyerek anlattı.
Mesnevilerdeki tasavvufi bakışı kavramlar üzerinden anlattıktan sonra Sezai Karakoç’un Leyla ile Mecnun şiirinde çok farklı bir şekilde bir mesnevi örneği ile karşılaştığını belirten Kıllıoğlu, mesnevi dediğimiz kalıbın günümüz şartları içinde bugünkü insanın anlayış düzeyine hitap ettiğini belirtti.
On5yirmi5
19. yy’dan itibaren 20. yy’ın başlarında özellikle yazılan hikâyelerde ve romanlarda, bütün edebi çalışmalarda bizzat insanın gündelik meselelerini edebiyata dâhil etmeye çalışırız. İnsanın gündelik meselelerinden bahsetmemek, insan tekinin problemlerine inmemek, bunları da biliyorsunuz ki Klasik edebiyatımıza yöneltilen en büyük eleştirilerden biridir. Biz hiçbir klasik eserde o döneme ait insanının sosyal yaşamına dair, sosyal problemlerine dair, güncel meselelere dair detaylı bir şey bulamayız. Bu konuda yapılmış çalışmalar da var. Mesela Leyla ile Mecnun eserini ele alalım, klasik, tasavvuf merkezli bir hikâye. Burada bizim bütün hikâyemiz, aşkın insanda yaratacağı tekâmüle odaklıdır. Klasik hikâyelerde vuslat yoktur. Vuslat olursa bu itici güç işlevini tamamlayacaktır ve insanı sabit hale getirecektir. İnsan metafizik varoluşuna doğru bitmeyen bir gayret içinde hareket edebilmesi için sürekli vuslata erecekmiş gibi bu umutla yaşatılması gerekir. Bütün klasik hikâyelerimiz böyledir. Ferhat ile Şirin, Aslı ile Kerem vb. Vuslat olmaz ama insan yeniden anlamlandırılır. Kadın ve erkek dünyayı yeniden anlamlandırır. İnsanı yeniden tanımlar.
Modern insanın metafizik hedefleri, hayalleri olmadığı için öyle bir gayreti olmadığı için insanın ‘dünyevi olan’ beşeri taraflarına eğilme söz konusu olmaya başlar. Sınıfsal meseleler, insanın dünyayla çatışması, maddi imkânlar, insanın çevresiyle ilgili ait olduğu sınıfla ilgili, ait olduğu toplumla ilgili, milletle ilgili çatışma unsuru yaratan meseleler modern edebiyatın temel konuları haline gelir. Doğal olarak böyle bir edebiyatta tasavvufa da ihtiyaç kalmaz. Bu çok rahat anlaşılır bir şeydir. Modern edebiyatımızda gerçek anlamda bir tasavvuf söz konusu değildir. Bazı örnekler var ve bunlar nedir diyeceksiniz? Mesela 19. yy’da "Muhayyelat-ı Aziz Efendi" bu anlamdaki ilk örnek eserdir. Tasavvuf diliyle batı romanını, batı tahkiye anlayışını birleştirme çabasıdır. Başarılı değildir ne yazık ki. Edebi anlamda yol açıcı bir eser değildir. Bu konuda en başarılı eser hepimizin çok iyi bildiği Filibeli Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayal’idir. Amak-ı Hayal hem doğu hem batı düşünme biçimini varlık tasavvurunu çok iyi bilen bir zihnin kendi metafizik dünyasını terk etmeden insan olma gayretini muhafaza eden bunun hikâyesini anlatmaya çalışan, aslında mütevazı görünümlü ama bence çok iddialı bir eserdir.
Bundan sonraki metinlerde tasavvufun nasıl ortaya çıkar peki? Cumhuriyet döneminde roman ve hikâyede biz tasavvuftan ziyade dini konuları görürüz. Asıl olan tasavvuf değildir. Din bir problem olarak modern Türk romanında ve hikâyesinde karşımıza çıkar. Ama bu defa problemdir.”
Ali Haydar Haksal, “Kıssa Geleneğimizden Günümüze Hikâyemizde Tasavvufi Etkiler” başlığında yaptığı konuşmada öykü ve hikâyeyi ayrı ayrı tanımlayarak konuşmasına başladı. Haksal’a göre batıdan gelmiş olan anlatının bizdeki karşılığı öykü; fakat bizde geçmişte bunun karşılığı hikâyedir. Son zamanlarda Mesnevi ile roman arasında bir bağlantı kurulmaya çalışıldığına da değinen Haksal bunun pek sağlıklı bir şey olmadığını da vurguladı.
Batıdan bize gelmiş olan türlerde gerek roman gerek öykü de dünyaya bakışın birbirinden farklı şeyler olduğuna dikkat çeken Haksal, "biz her şeyden önce Müslümanız ve belli alanlarımız olduğunu unutmamamız gerekir" dedi... Haksal, “Müslüman yazarın ve Müslümanın yazın hayatı nasıl olmalı?” sorusuna cevap veren konuşmasında "sınırları belirlenmiş bir hayat tarzının karşısında batılılar gibi perdeleri kaldırılmış bir hayatın içinde meselelere bakamayız. Biz her satırımızdan fiili olarak sorumluyuz. Batılı ise bize hür insan portresi sunar" dedi.
Modern öyküyle bugünkü hikâyenin birbirinden ayrılması gerektiği ve bununla ilgili tanımlamanın da bizim tarafımızdan kesinlikle yapılması gerektiğini belirten Haksal, kendi edebiyatımızda da bir ayrıma giderek masalların, sözlü kültürün ve geleneğin önemine değindi. Örnekler üzerinden konuşmasına devam eden Haksal, Sabahattin Ali’yle Yaşar Kemal’i karşılaştırdı. Eserlerinde insanla, hayatla, Allah'la kurdukları bağı masaya yatırdı. Ayrıca Rasim Özdenören, Durali Yılmaz ve Mustafa Kutlu gibi isimlerin hikâyelerinden de örnekler veren Haksal, hikâyenin bizle kurduğu irtibatı anlattı. Romanla ilgili olarak da “Batıdan aldığımız romanları kendi kültürümüzle dönüştürmeliyiz” vurgusu yaptığını da belirtmeden geçmeyelim.
Tasavvuf ve Hikaye konferansının son konuşmasını yapan İsmail Kıllıoğlu “Mesnevilerde Tasavvufi Doku ve Sezai Karakoç’un Leyla ve Mecnun’u” başlığında yaptığı konuşmada tasavvufi metinlerde farklı, birbiriyle çelişen ve çok fazla tartışılan rivayetler olduğunu belirtti. Tasavvufun dayanmış olduğu kavramlar ışığında konuşmasını açan Kıllıoğlu, bu düşünce zenginliğinin nasıl ortaya çıktığını eserler üzerinden örnekleyerek anlattı.
Mesnevilerdeki tasavvufi bakışı kavramlar üzerinden anlattıktan sonra Sezai Karakoç’un Leyla ile Mecnun şiirinde çok farklı bir şekilde bir mesnevi örneği ile karşılaştığını belirten Kıllıoğlu, mesnevi dediğimiz kalıbın günümüz şartları içinde bugünkü insanın anlayış düzeyine hitap ettiğini belirtti.
On5yirmi5
