Türkiye’de
“medya ve din” arasındaki ilişki hep problemli olageldi. % 97’sinin Müslüman
olduğu açıklanan bir ülkede; ana akım medyada yayın içeriklerini belirlerken;
Müslümanca bir yayın hassasiyeti gözetilmediğini; örf, adet ve geleneklerimizle
örtüşmeyen, toplumun değerlerini görmezden gelen ve kendi çıkarlarını tek
gerçek olarak kabul eden bir yayın çizgisinin takip edildiği bir ortamda “medya
ve din” ilişkisini masaya yatırdık.
“Türkiye’de
Medyada Dinin Popüler Temsili” üzerinden hareketle “medya ve din” ilişkisini
İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mete
Çamdereli ile konuştuk.
DİNDARLARIN MEDYA İLE İMTİHANI ÇOK AĞIR GEÇİYOR
Türk
medyasında İslam dininin popüler temsilleri nelerdir?
Medyada, bugüne kadar İslam’la ilgili neler yayınlandıysa, bunları İslam’ın
medyadaki temsilleri olarak düşünmemiz gerekiyor. Bugüne kadar televizyon,
sinema ve gazetede, yani yayın ve yayım sektöründe “din” ya da “İslam” nasıl
temsil edildiyse ya da ediliyorsa bu sorunun cevabını da o temsiller üzerinden
düşünmeliyiz. Gazetedeki temsiller malumunuz, daha çok Ramazan aylarında
filizlenen temsiller olarak karşımıza çıkıyor. Gazeteler gibi kimi mecralar da
aynı hemen hemen; ramazanlarla birlikte cuma günleri ya da kandillerde
hocalardan kutsal mekanlara dek her türden dini temsile yer veriyor.
Bu temsillerin detayları üzerinde konuşmak apayrı bir röportaja konu olabilir ama bizi en çok etkileyenin görsel temsiller olduğunu, sinema ve televizyon gibi mecralar olduğunu söylememiz gerekir. Dolayısıyla medyadaki temsil biçimlerini düşünürken hem kişiyi hem zamanı hem de mekânı düşünmek gerekiyor. Sinema ve televizyonu zaman, kişiler ve mekân üzerinden düşündüğümüzde, zaman zaman rastgeldiğimiz bir din görevlisi tiplemesi, imam ve müezzin tiplemesi bu sorunun cevabına giden yolu bize kolayca gösterecektir. Bunun dışında bugün medya aktörü haline gelmiş kimi din uzmanları yine bu temsiller yani görsel temsiller, medyatik temsiller arasında yer alır.
Bu temsillerin detayları üzerinde konuşmak apayrı bir röportaja konu olabilir ama bizi en çok etkileyenin görsel temsiller olduğunu, sinema ve televizyon gibi mecralar olduğunu söylememiz gerekir. Dolayısıyla medyadaki temsil biçimlerini düşünürken hem kişiyi hem zamanı hem de mekânı düşünmek gerekiyor. Sinema ve televizyonu zaman, kişiler ve mekân üzerinden düşündüğümüzde, zaman zaman rastgeldiğimiz bir din görevlisi tiplemesi, imam ve müezzin tiplemesi bu sorunun cevabına giden yolu bize kolayca gösterecektir. Bunun dışında bugün medya aktörü haline gelmiş kimi din uzmanları yine bu temsiller yani görsel temsiller, medyatik temsiller arasında yer alır.
Peki
dinin, popüler kültür aracı olarak medyada görünümü nasıl gerçekleşiyor?
Din, bu noktada artık medyatik bir şekilde araçsallaşıyor; deyim
yerindeyse, sıradanlaşıyor. Medyadaki din, “din ve İslam” perspektifinde
durması gerekirken, doğal hayatta durması gereken konumundan uzaklaşıyor ve
medyatik bir konuma taşınıyor. Medyatik konumdaki din de popülerleşiyor ve
kendi içinde yeni bir görünümle ortaya çıkıyor.
MEDYA, DİNİN KURALLARININ YERİNE EGEMENİN KURALLARINI
ÜRETİR
Bir
makalenizde “Medya kendinden başka din tanımaz, tek gerçek medyanın dinidir”
diyorsunuz. Medyanın dini olur mu?
“Medyanın dini” kavramından kastımız, medyanın kendine özgü çalışma
biçiminin ya da sisteminin olmasıdır. Biraz daha zorlaştırırsak kendine özgü
katı kuralları olması hatta kendine özgü nasları ve dogmaları olması anlamına
gelir. Medyanın kendi dogmalarının, kendine özgü kurallarının dışında medyadan
taviz beklemek, doğru bir tutum olmaz, hatta safdillik olur. Dolayısıyla medya
eğer kendi dogmaları üzerinden hareket ediyorsa orada ne olursa olsun, ister
din olsun, ister ekonomi ve siyaset olsun, isterse eğlence olsun, medya kendi
kurallarını işletecektir. Medyanın dini, kendi nasları ve kuralları
çerçevesinde bizzat kendisinin biçmiş olduğu doğal dayatmalardır.
Medya ve din ilişkilerinde, dinin kendine özgü kurallarının ve sınırlarının
bulunduğunu düşünecek olursak; dinin kuralları ve sınırları ile medyanın
kuralları ve sınırlarının çakışmayacağını, tersine çatışabileceğini pekâlâ
öngörmemiz mümkündür. Medya bu konuda patronajlı bir sisteme sahip olduğundan,
doğal olarak dinin kurallarının ötesinde egemenin kurallarını üreten bir
konumda olacaktır. Medyanın kuralları, araçsallaştırılmış olduğundan
dinin kurallarına elbette galebe çalacaktır.
DİNDEN ELDE EDİLEN DEĞER DİNE
VERİLEN DEĞERDEN ÇOK DAHA BASKIN
“Medya
ve din” arasında nasıl bir ilişki söz konusudur?
Az önce söylemeye çalıştığım gibi, medyanın baskın bir rolde olduğunu
düşünüyorum. Ancak şöyle tavizkâr bir tutumun da söz konusu olduğunu itiraf
etmek gerekir: Medya, sonuçta bir kitleye hitap ediyor ve o kitlenin
değerleriyle hareket etmek zorunda hissediyor kendisini. Dolayısıyla o kitlenin
başat bir değeri olarak da karşımıza din çıkıyor. Kitleyi kaybetmemek için dini
kaybetmemek ve hiç değilse, kitleyi incitmeyecek düzeyde dine saygılı olmak
gerekiyor.
![]() |
| Ramazan'da TV'de program yapan hocalar. |
Medya, kendisini ve dini, kitleye hitap etmek için araçsallaştırmak ve
değer vermek zorunda hissedebilir. Burada hangi ölçüyü nasıl tutturduğuna
baktığımızda ‘değer’ mi, ‘araçsallaştırma’ mı ikilemine girebiliriz yani
araçsallaşıyor mu yoksa değer mi veriyor darb-ı meseline. Medyatik
ortamda, araçsallaştırmanın değer mekanizmasının dine verilen değer ile
karşılaştırılması da ayrıca müşkül tabii. Dinin araçsallaştırılmasından elde
edilen değerin dine verilen değerden çok daha baskın olduğunu bu girift ilişki
perspektifinde kolayca gözlemleyebiliriz.
MEDYA VAZGEÇİLMEZLİK ÜZERİNE KURULUDUR
Medya
dinin popüler temsillerini anlatırken “medyatik kulluk” kavramını
kullanıyorsunuz. “Medyatik kulluk” kavramını bize anlatır mısınız? Bu, nasıl
bir kulluk biçimidir?
Medyatik kulluk, bizim, medyatik söylemin kitleler üzerindeki baskısını
tarif etmek amacıyla kullandığımız “söylem düşkünü” kavramına karşılık gelir.
Söylem düşkünü derken, medyanın üretmiş olduğu söylemin dışında hareket
edemeyecek, o söylemin sınırları içinde mahpus, medyatik söylemin ürettiği
değerleri içselleştirmiş bir sadık izleyiciden, içselleştirmek zorunda
bırakılan bir sadık izleyici kitlesinden söz ediyoruzdur. Gazete, internet ve
diğer araçlar açısından baktığımızda ise aynı sadâkati bu okuyucu ve
kullanıcılarda da görmek mümkün. Elimizdeki mobil araçlardan, bildik
konvansiyonel medyaya dek her bir mecra ile temasımız vazgeçilmezlik üzerine
kuruludur. Sabah gazeteyi okumadan yola çıkmayan, radyodan ilk haberleri
almadan işine koyulmayan insanlar bugün sosyal medyada ne olup bittiğine
bakmadan güne başlamayan insanlara dönüşmüş durumda. Dolayısıyla dönüşen
medyatik yapıya rağmen, medyanın sâdık izleyicileri, dinleyicileri ve
okuyucuları olan medyatik insanların, bugün, aslında tutumlarını dönüştürmeden
aynı kuralları takip ettiklerini düşünebiliriz. Yani aslında dönüşen pek de bir
şey yok, yalnızca sadakatteki doz, sadakatteki oransal yükseliş hariç.
Bu sadâkati, sadakatimizdeki bu yükselişi pekâlâ kulluk perspektifinde
düşünebiliriz. Ancak kulluk derken de kavramın hakkını fazla veriyor
olabiliriz. Medyatik kölelik çok daha doğru bir deyim olacaktır belki kulluk
yerine. Çünkü medya sadece hitap ettikleriyle yaşar, hitap ettiklerine yaşama
imkânı verir, deyim yerindeyse, onsuz yapamayanlara hayat verir. Kulluk,
gönüllü olarak ifa edileceği için burada rıza üretilmemiş bir kulluktan söz
edilebilir. Rıza üretilmemişse kul olunmaz, köle olunur. Öyleyse medyatik
kölelik şeklinde bunu tashih etmek kulluktan daha doğru bir perspektiftir.
MEDYATİK KULLUK DAYATILMIŞ OLDUĞUNDAN DOĞRUDAN KÖLELİK
ÜRETİR
Siz
konuşurken “Sabahları gazete okumak modern insanların ibadetidir” gibi bir söz
geldi aklıma. Postmodern manada bu cümleye artık sosyal medyayı eklemek çok da
bir şey kaybettirmeyecektir bize. Anlattıklarınıza bu cümleyle de bir bağlantı
kurabiliriz gibi geliyor. ‘Medyatik kul’ olmak ile ‘Allah’a kul’ olmak arasında
nasıl bir fark var?
İşte şimdi mayınlı tarlaya girdik. Medyatik kulluk, medyatik bir ubudiyet,
medyatik taat ve ibadet gerektirir. İbadetin de mutlaka ritüelleri, kuralları
vardır. Kulluk, medyatik hafızanın üretmiş olduğu ritler ve ritüeller
perspektifinde gerçekleşir. Kulluk ile kölelik arasındaki ayırıcı çizgiler
üzerinde bolca durmak, aralarındaki farklar üzerinden çokça konuşmak gerekir,
fakat bu da burada bizi konumuzdan çok saptırır. Kısaca ve tekrar ifade etmek
gerekirse, burada rıza üzerinden üretilmiş bir fark, rıza üretimine dayalı
kulluk üzerinden bir farklılaşma var, bir farklılaştırma var. Çünkü
diyebilirsiniz ki; “Siz de istemezseniz televizyonunuzun düğmesine kapatabilir
ve mobil araçlarınızı kullanmayabilirsiniz.” Bu çok ütopik bir söz ve
fazlasıyla hayalci bir söylem olur. Bugün bunu yapmanın imkânsız olduğu, artık
malumun ilamı. Telefonunuzu açmadan yaşamanız, artık arzda, yeryüzü
coğrafyasında bugün imkânsız durumdadır. Burada ‘dayatılmış bir rıza’dan ya da
-mış gibi gösterilen bir rıza üretiminden kolaylıkla söz edebiliriz. Medyatik
kulluk, medyanın üretmiş olduğu bir rızaya tabiiyettir. Medyatik kullukta,
kişinin kendi üretmiş olduğu bir rızaya tabi olmasından bahsedemeyiz.
Kulluk metaforunu, dini ıstılahtan ödünç alarak medya için telmihen
kullanmakla birlikte, sorunuza cevap olması bakımından asla muadelat kabul
etmeyecek karşılaştırmaya da kısaca değinelim isterseniz. Gayet açıktır ki
Allah’a kulluk bizzat kişinin kendi rızası ile gerçekleştirmesi gereken bir
kulluktur. Dayatılmış bir kulluk ile “iradi” rızaya dayalı bir kulluk
arasındaki fark, medyatik kulluk ile Allah’a kulluk arasındaki temel farktır.
Medyatik kulluk dayatılmış olduğundan doğrudan gayri iradi bir kölelik üretir.
Allah’ın kulundan istemiş olduğu kulluk ise rıza doğrultusunda bir kulluktur
ama aynı zamanda fıtri bir kulluktur, olması mukadder bir kulluktur. Kul, kendi
rızası üzerinden rızaen-lillâh’ı üretir, fıtraten Allah’ın rızasına taliptir.
Burada bırakalım, çünkü metaforik ıstılah kullanımı mukayeseyi tahdid etmez,
mukayese yapmayı engellemez ama mukayesede namevcut bir muadelatı da vücuda
getiremez, getirmemelidir.
İÇERİKLERİ YÖNETENLERİN İSLAMİLİĞİNDEN SÖZ EDİLEBİLİR
“İslami
medya” kavramı kendi içinde mümkün olmayan bir kavram. Ama sonuçta klişe bir
şekilde kullanılıyor. Bu kavram üzerinden medyanın dini içeriğini sorgulamak
doğru mudur?
Öncelikle buradaki ‘İslami’ sıfatı baştan aşağı sorunlu bir sıfattır.
İslami ekonomi, islami siyaset, islami ticaret, islami edebiyat, islami sanat…
Bunlar bizim ciddi bir sorunsalımızdır. Eğer bu sıfatı lâdini olarak algılamaz
da yaşamımızın içinde düşünürsek, bu sorunları üretmemiz zaten yersiz
olacaktır. Burada, “islami medya” kavramından söz etmek, tanımlama açısından
işimizi kolaylaştırabilir. Ancak hakiki olarak, doğru olmayan bir şeydir.
Ladini bir kültür ile mücehhez zihinlere sahip olarak hepimizin yaptığı bir
söyleyiş, ortak bir kavramsallaştırmadır, üstüne üstlük bu sıfatla anılan medya
tüm yer ve zamanlarını, tüm içeriklerini nasıl islamileştirir, nasıl
islamileştirerek yönetir anlamak mümkün değildir. Mümkün olmayan bir şeyi
anlamak da, ifadelendirmek de, bu tavsifte olduğu gibi, onu öyle nispet etmek
de mümkün değildir. Belki sadece mümkün olan, medyanın kendisi değil de, yer,
zaman ve içerikleri yönetenlerin islamiliğidir. Medyadan değil de içerik
belirleyicilerin İslamiliğinden söz edilebilir.
MEDYADA NEYİN YAPILMADIĞINI, YAPILMAMASI GEREKTİĞİNİ
DÜŞÜN!
İslam’ın
medyada gerçek manada temsili nasıl mümkün olabilir?
Gerçek manada temsilini anlamak, gerçek olmayan manada nasıl temsil
edildiğini anlamak ve onun üzerine gitmekle mümkündür. “Şunu yaparsak, şu
programı hazırlarsak dini, gerçek dini, hatta gerçek İslam’ı temsil ederiz”
demek, yine başa dönmek anlamına gelir. Az önce söylemeye çalıştım. Şu
kadarıyla sürdüreyim: Neyin yapılmadığını, yapılmaması gerektiğini düşünmek,
medyada dinin konumunu doğru belirlemek için yeterli olacaktır.
DİNDARLAR MEDYA İLE ÇOK AĞIR İMTİHANDAN GEÇİYOR
Türkiye’de
dindarların medya ile olan imtihanlarını nasıl buluyorsunuz?
Dindarlık kavramı da en az islami kadar sorunlu bir kavram, sorunlu bir
tasnif, ama ladini olarak anlayalım bunu da ve ‘dindarlar’ın gerçekten çok ağır
bir imtihandan geçtiklerini ifade edelim. Çünkü alışıldık toplumsal kuralları,
toplumun yaşam kurallarını düşünecek olursak; toplumu olmayan bir şeye,
alışılmadık bir yaşam biçimine uyarlama, yeni bir uyarlamaya tabi tutma, yeni
bir mecraya karşı topyekün bir uyarlanmaya maruz kalma gibi ağır bir imtihandan
geçtiklerini, geçildiğini söylemek doğru olur. Bunun en açık örneğini sinema
üzerinden düşünmek ve onu televizyonla bütünleştirmek, oradan bugünlere gelmek
doğru ve yeterli olur kanımca. Önceleri nelerin dönüştüğünü salt sinema
üzerinden düşünmek bugünü anlamak için yeterlidir.
Sinemanın hayatımıza daha önce girdiği ve ciddi bir izleyici oranını
yakaladığı da malum. Peki sorunuz çerçevesinde, şöyle bir soru sorsak:
“Kendisini İslam’ın kurallarına harfiyyen uymaya çalışan muttaki insanları,
dinde takvayı esas alarak ömrünü sürdürmeyi ilke edinmiş insanları, ya da hiç
değilse günah ile ilgili işlere bulaşmamaya azmetmiş bir mümin kitleyi zaman
zaman günah kategorisinde değerlendirilmiş sinemaya çekmenin, arz üzerinden
talep yaratmanın bir yolu var mıydı?” Vardı elbet: Hazretli filmler. Değer
mekanizmalarıyla ekonomik çıkarları karşı karşıya koyduğumuz zaman, ekonomik
fayda üretebilmek için, değer mekanizmaları üzerinden de düşünmek gerekliliği
sinemada çok açık bir şekilde karşımızda durur.
50’li yıllarda yoğun biçimde üretilen hazretli filmler, sinemaya ayağı
gitmeyen ve ona günah perspektifinden bakan, sinemayla sorunu olanların önüne
konmuş ve onların “ya… bu da çok fena bir şey değilmiş!” diyebilecekleri bir
imkân olarak sunulmuştur. Ama bu imkân, ortalama bir müminin sinemaya adım
atmasını sağlayan, ancak daha önce günah perspektifinden değerlendirilen kimi
olgulara da zamanla alışılması gerektiğini ihsas edecek bir içeriği de
beraberinde getirmiştir. Dün günah diye sinemaya gitmeyen insanlar, “Hazretli
Filmler” aracılığıyla gider olmuşlardır. Fakat “gider olmuşlardır”, gerçekten
sinemaya gidiyorlardır ve artık karşılarında “Hazretli Filmler” yoktur sadece.
Sinema mekanı içerik bakımından değişik ve zengin bir dağarı barındırmaktadır
çünkü. Gözlerini kapattıkları, görmek istemedikleri birçok şeyi apaçık görmenin
bir günahı kalmamış ya da en azından görsele dönük günah hassasiyeti hassasiyet
olmaktan çıkmıştır.
Hangi noktaya gelindiği, sinemaya gitmeyen birinin sinemaya gitmesi,
sinematografik imajlar karşısındaki ürkek tutumunu gevşetmesi, çekingenliğini
atması ve bakışını kendi ölçülerinde gerekçelendirilmiş bir eğlensel bakışa
evirmesi düşünüldüğünde, ne denli ağır bir imtihandan geçildiği aşikardır ya da
bu dönüşüm olgusunu yavaş yavaş ısınan suda haşlandığını farketmeyen kurbağa
metaforu gibi bir imtihandan geçildiği şeklinde de söyleyebiliriz. Bu örnekleme
ile yetineyim isterseniz.
MEDYANIN KENDİ DERDİ DIŞINDA DERDİ OLMAZ
Müslümanlar
medyada ne gibi sorunlar yaşıyorlar ve bunları sizce nasıl aşabilirler?
Az once söylemeye çalıştığım gibi sinemayla temastaki zorluğu yaşıyorlar.
Karşılarında bütün değer mekanizmalarını kendine göre biçimlendiren, yok eden
bir dev var; iştahlı bir dev, ne bulsa ne götürse sindiren bir dev. Ne kadar
mücadele ederseniz edin, üstesinden gelemeyeceğiniz bir dev. Bu bilinçle hep
bir meşakkat ya da böylesi bir muhtedire karşı direşken çabalar, çoğu kez
imkansız ve sonuçsuz çabalar. Muktedirin iktidarına tabi ama zaman zaman şefkatine
mazhar olduğunu vehmederek mesajlarını iletme sorunsalı. Kediye yakalanmış fare
metaforunda, farenin umduğu medet gibi kısmi bir özgürlük alanı yakalamaya
çalışan, ama her defasında kedinin patileriyle kontrol edilen mahkum mesajlar,
mahdut içerikler.
Tüm bunlarla başetmeye çalışan bir mütedeyyin, bir
“mümin” kitlesinden söz edilebilir. Ama medyanın betimlemeye çalıştığım
karakter ve doğası elbette sadece müslümanlar için geçerli değildir. Sorunuza
koşut olarak mümin’i tırnaklamalıyız elbette. Çünkü derdi olan herkes ve her
kesim için geçerlidir bu zor durum; medyatik iktidarın egemenliği herkes ve her
kesim için travmatiktir. Ayrıca, medyanın kendi derdi dışında, derdi olanın
derdini gidermek gibi bir derdi olmaz.
HAKİKAT SÖYLEMİNİN KUCAKLADIĞI BİR MEDYAYA HASRETİZ
Bugün
Türkiye medyasında dini anlamda neye ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorsunuz?
Hakikatin örtük olarak ifade edilmediği, hakikatle arasına mesafe
konmadığı, hakikate yaklaşmada körleştirilmediği bir medyatik söyleme matuf
ürünlere hasret kalındığını düşünüyorum. Bu sadece Müslüman perspektiften
düşünürsek böyle. Ama ben, sınıfsallaştırmadan uzak olarak, kategorik bir
yapının ötesinde, arzda ve arşta yer alan bütün insanların buna hasret olduğunu
düşünüyorum. Hakikat söyleminin kucakladığı mazlumlar, mahkûmlar, yetimler ve
tüm mağdurları içselleştirmiş, hakikat söylemine sırtını dönmemiş, salt kendi
acılarını öne çıkarmayan ve başkalarının acıları üzerinden de pragmatist
fotoğraflar kurgulamayan, başkalarının acılarından beslenmeyen bir medyaya
hasret olunduğunu düşünüyorum.
Röportajımızın ikinci bölümünde; medyada Ramazan gündemini, TV’de dinî temsil biçimlerini, medyanın neden dinî değerlerden uzakta olduğunu ve medya-siyaset-din ilişkisini konuşmaya devam ediyoruz.
MÜBELLİĞ, TEBLİĞİ GÜZEL OLARAK İFA EDER
Medyadaki popüler hocaların televizyonda dini temsil etme biçimlerini
değerlendirebilir misiniz?
Medya, her şeyin ortada olduğu bir yer. Tüm sosyal ortam ve alanlarda eğer
din varsa -ki vardır- onun da uyarıcıları, anlatıcıları vardır. Bu anlatma,
duyurma, uyarma işlevine islami perspektifte “tebliğ” deniyor. Tebliğ eden,
tebliğini, kelamullahtan mülhem, anlatacaklarını “mübelliğ” olarak, yani beliğ
olarak, salt anlatıcı olarak değil de fasih, belirgin, düzgün olarak ama
mutlaka güzel olarak ifa eder. Bunu yaparken, beliğ, belagatli, nefis, bedii,
yani güzel tarzı içselleştirmiştir. “Medyatik tarz beliğ midir,
bedii midir? Medyatik tarzda ortaya çıkan tebliğ söylemleri, uyarıcı vaazlar
bedii midir ya da beliğ midir yoksa medyatik ya da pragmatist midir? Tebliğin
göstereceği doğru yolu gösterici midir yahut doğru yol umurunda değil midir?
Medyanın ekonomi düzeninin isterleri sıradan bir mübelliği medyatik vaiz ya da
dini ikon haline dönüştürür mü?” gibi bir dizi soru ve soruların
çevrelediği kavramlar üzerine düşünmek hocaların duacı, fetvacı, eğlendirici
gibi kimliklerini betimleyecek, medyatik temsillerini, bizim açıklamalarımıza
hacet duyulmadan, kendiliğinden ifade edecektir.
CAMİDE VAAZ İLE TELEVİZYONDA VAAZ ARASINDAKİ FARKLAR
Televizyonda sohbet edip, vaaz vermek ile dini bir mekânda vaaz vermek
arasında ne gibi farklar vardır?
Muhakkak ki fark var. Öncelikle ortam farkı var. Televizyon da medyatik bir
ortam ve onun da kendine özgü, kendi mecraına özgü kuralları var.
Dolayısıyla medyadaki kurallar perspektifinde işleyen bir takım yapılar var.
Bunun için şöyle bir örnek verilebilir: Kandil günü üşenip de camiye gitmeyen
bir Müslüman, geceyi evinde kandil programının yayınlandığı bir televizyon
kanalını seyrederek geçirmeyi tercih ettiğinde, daha baştan camii adabının
dışında bir davranış imkânını kabul etmiş demektir. Yani camide pijamayla
oturamayacaktır ama evinde pekala pijamayla mevlit dinleyebilecektir.
Hatta
daha ileri gidelim; camide mevlit bittikten sonra lokum, şeker vs. dağıtılacaksa
ve canı da lokum çekmişse doğal olarak lokumun dağıtım anını sabırla beklemek
durumundadır. Mevlid esnasında lokum, şeker gibi bir şeyler atıştırmak edebe
mugayirdir, cami adabından değildir bilindiği üzere. Ama evde bütün bunları
yapmak için bir adap, bir kural yoktur, çünkü evinizde komşunuzu rahatsız
etmemeniz kaydıyla kendi kurallarınız geçerlidir. İsterseniz sehpanızın
üzerinde bir bardak çay ve yanına da bir takım kuruyemiş koyup, mevlid
dinlerken belki de bilinçdışı olarak, farkında olmadan arada bir atıştırmak
mümkündür. Bunun adaba ters olduğunu fark edip, utansanız dahi buna engel
olacak bir kural yoktur. Bu yüzden iki mecra, iki mekan birbirinden farklıdır.
Bu durum ya da bu tutum, sorunuz bakımından, vaazın da, vaizin de konumundan
ari değildir. Medyadaki vaaz ile medyadaki vaize gösterilecek duyarlık, pekala
biraz önceki medyatik mevlide gösterilebilecek duyarlıkla benzer nitelikler
gösterir.
MEDYANIN ENDÜSTRİLEŞTİRDİĞİ DİN VE RAMAZAN
Özellikle Ramazan ayında dini programların (gazete sayfaları, radyo
programları) arttığını görüyoruz. Türkiye’de “din endüstrisinin” Ramazan’da
tavan yaptığını söyleyebilir miyiz?
Bu konuda bir istatistik var mı, bilmiyorum. Ama bu endüstri kavramının çok
yerinde ve çok uygun bir kullanım olduğunu düşünüyorum. Eğer medyayı bir
endüstriyel ortam olarak düşünecek olursak, tabii ki orada popülerize edilen ne
varsa doğal olarak o endüstrinin bir parçası olacaktır. Din de bu
konuda bir popüler kültür nesnesi haline getirilerek kolaylıkla
endüstrileştirilebilir. İslam perspektifli din endüstrisinin
semirtilebileceği en uygun zaman da kuşkusuz Ramazan’dır. Böylesi gün ve
zamanlarda, medya işini yapar ve kendi içinde bulunduğu endüstri gereği
tutumunu endüstrinin lehine geliştirir. Bunda, eşyanın tabiati gereği, doğal
karşılamamamız gereken hiçbir şey yok.
![]() |
| Gazete manşetlerinde Ramazan |
MEDYADA ARZIN VE TALEBİN SAMİMİYETSİZLİĞİ VAR
Türkiye’deki medyanın Ramazan gündemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hiç değerlendirmiyorum dersem yalan olur. Özellikle bunu tarihsel
perspektifiyle ele almak zorundayız diye düşünüyorum. Eğer medyaya muhtaç ve
mahkûmsak, medyada benim de beğeneceğim yayın, yayım ve programların olmasını
isterim. Her Müslüman da örneğin tıpkı benim veya başkasının isteyebileceği
gibi kendine dönük yayın, yayım ve programların olmasını isteyecektir.
Ancak bunun bugüne kadar –en azından 90′lı yıllara kadar- pek fazla imkânı
yoktu. Ama bugün “din televizyonu”nu ve bir kaç sahur/iftar
programını bir yana koyarsak, hasret duyulan programların yapıldığını görmek
henüz pek kolay değildir.
Eğer 50’li, 60’lı,70’li yıllardaki talep düşünülürse bugün neredeyse
sabahtan akşama kadar, insanların dini yayınları seyrediyor olması gerekir ki
böyle bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla arz-talep dengesinde birtakım
sapmaların olduğu açıktır. Arzın samimiyetsizliğinden söz ediyoruz çoğu kez ama
talebin de samimiyetsizliğinden söz etmek pek yanlış olmaz. Bu kadar bolca din
programı yapıldığı halde ya da en azından Ramazanlarda yapıldığı halde
izleyicisinin o kadar da bol olmadığını gözlemliyoruz. İzleyici Ramazan’da ben
izlemesem de günün maneviyatı açısından, medyada dini yayın ve program olsun
demek istiyor olmalı.
“MEDYANIN DİNÎ VEYA GAYRIDİNÎ GİBİ BİR AYRIMI YOKTUR”
Medya-sahiplik yapısının Ak Parti döneminde bazı değişiklere uğramasına
rağmen bu kitle iletişim araçlarında özellikle muhafazakar-dindar insanlara
ters gelebilecek içeriklerle dolu olduğunu görüyoruz. Türkiye’de medya neden
dini, örfi ve geleneksel değerleriyle örtüşmüyor? Medya neden Türkiye insanının
dini değerlerinden uzakta?
Bu değişmemenin tek nedeni vardır, o da en başından beri söylemeye
çalıştığımız medyanın kendi isterleridir. Medyanın isterleri, ideolojilerin,
dinlerin, felsefelerin ötesinde isterlerdir. Biraz önce de söylemeye
çalıştığım gibi; siz sabahtan akşama kadar dini yayınlarla ömrünüzü geçirmek
imkânına sahip değilsiniz. Din kavramını seküler perspektifte söylediğimin
altını yukarıda çizmiştim. Hayatınız dinle temasa geçmişse ve bir inanç
sisteminiz varsa, yaptığınız iş sabahtan akşama kadar o dini yaşamaktır zaten.
Oysa medyanın kuralları vardır; bu kurallara göre hareket edilir. Medyanın
patronaj sistemi sizin elinizdeyse, onu siz biçimlendirirsiniz. Bunun dini ya
da gayrı dini gibi bir ayrımı olmaz. Siz dinin içinden bir bakışa sahipseniz “şu
anda eğlence programı yapıyoruz, biraz sonra da dini program yapacağız” diyemezsiniz.
Eğlence programınız da dinden bağımsız bir program olarak kurgulanabilir
değildir artık. Yani önemli olan içerik sağlayıcılardır, içerikler değil.
İçerikleri belirleyen içeriklerin doğası değil içerik sağlayıcıların doğasıdır.
Aslında sorunun yanıtı büyük ölçüde burada ama aynı zamanda dini nasıl
algıladığımızın yanıtıyla da yakından alakalı. Dini biz yaşamın her alanında
düşünecek olursak, içeriğin nasıl ve kimler tarafından yönetildiği, medyanın
hangi gündemleri taşıdığı sorusu cevaplanmış, medyanın neden dini, örfi vs.
değerleri içermediği meselesi kendiliğinden aydınlanmış olacaktır.
MEDYA-DİN-İKTİDAR İLİŞKİSİNİ KÜRESEL ŞARTLAR İÇİNDE DÜŞÜNMEK GEREKİR
İktidarın medya ve din bağlamında nelerden yoksun ve geri kalmış olduğunu
düşünüyorsunuz? Yani dini mevzularda bu kadar hassas olduğunu bildiğimiz
iktidar medyada neden bu hassasiyeti gözetmiyor?
Biraz da yöneticilik perspektifinden, hükümet etme perspektifinden düşünmek
gerekir. Yönetim mekanizması her konuya gereken hassasiyeti gösterebilecek bir düzenek
kurar ya da kurmaya çalışır; kendisi yapmaz, yapacak kurumları, kişileri,
politikaları belirler. Bir hükümet sağlık veya eğitim politikası üretir ama
sağlık veya eğitim politikasını yürüten insanları görevlendirir, böylece bu
politika onlardan sorulur. Bu politikalar medya üzerinden de üretilir ve
bunları yönetecek insanlara bırakılır. Bunun için TRT ve RTÜK gibi kurum ve
düzenlemeler var, düzenleyici kurumlar var. Kural koyucuların çizmiş olduğu
çerçeveyle özel sektör de özel yayın kuruluşları da önümüzde duruyor. Medya ile
din ilişkileri bu yapı içinde ortaya çıkıyor. Ha deyince oluverecek bir yapıdan
söz etmiyoruz. Eğer bir zaaf varsa bu yönesel kurgu içinde düşünülmeli
öncelikle. Eksiklik varsa herkesin ihmali ve kusuru var demektir. Var mı, elbette
var. Bunu inkâr etme imkânımız yok. Ancak önem derecesine göre bir tasnif
yapabiliriz ya da her birine eşit oranda önem verilip verilmediğini
tartışabiliriz. Bu tür konular eleştiriye matuf konulardır.
Bugünkü TRT on yıl öncesinin TRT’si değil; bugünkü özel televizyon
kuruluşları on yıl öncesinin özel televizyon kuruluşları değil. Yayın
politikaları, yayın anlayışları, küreselleşme içinde var olma biçimleri,
yaygın-yerel konumları, dijital konumları vs. hükümet politikalarının da
ötesinde düşünülmesi gereken bir konu artık. Hükümetin de birçok
konuda hüküm üretebileceği alanların dışında kalabilecek bir medya ile karşı
karşıyayız bugün. Hükümetin bu konuda yeterli çabayı gösterip göstermediği
meselesine küresel şartları göz önünde bulundurarak yanıt vermenin doğru
olacağı kanısındayım. En son yaşanan sosyal medya ve dijital ortam konusundaki
kırılmalar buna işarettir. Sadece Türkiye’deki eksiklikleri tamamlamak,
giderici tedbirleri tanımlamak sorunun çözümü için yeterli değildir.
“MEDYANIN DİN BİLGİSİNE İHTİYACI VAR”
Medyanın dini vecibelerle ilgili bilgisinin az olduğuyla ilgili
neler düşünüyorsunuz?
Kesinlikle. Medyanın elbette bir din bilgisine ihtiyacı var. Fakat salt din
bilgisine değil, medyanın siyaset bilgisine de ekonomi bilgisine, toplum
bilgisine, özellikle dil ve söylem bilgisine de ihtiyacı var, en azından var
olan bilgisinin artırılmasına ihtiyacı var. Birçok konuda bilgisi yok demek
kolaycılık olur ama din bilgisinin çok çok az olduğu ya da bildiklerinin yanlış
ya da eksik olduğu aşikar. Bunda hiç kuşku yok. Ama dini yayıncılık konusunda
son yıllarda kısmi de olsa olumlu ve nitelikli gelişmelere tanıklık ettiğimizi
de itiraf etmek zorundayız. Ama yine de çok geliştirilmeye muhtaç…
DİN HABERLERİNDEN ANLAYAN BİR GAZETECİ OLMALI
Nasıl geliştirilebilir peki?
Bu tamamen iyi niyet ve samimiyetle alakalı bir şey. Ama ticari kaygıların
ötesinde bir samimiyet gerektirir. Bu kaygılar öncelendiği zaman bu tür bir
samimiyeti ötelemek zorunda kalırız. Gerçekten bir kaygı varsa, insanlar bunu
öğrenmek isterlerse öğrenirler. Öğretmek isteyen kurumlar da açıktır, gün gibi
ortadadır. Diyanet işleri Başkanlığı’ndan böyle bir talepte bulunsanız buna
asla hayır demeyecektir. Diyanet İşleri Başkanlığı dışında kalan ama konu ile
ilgili vakıflar, dernekler de hayır demez. Ama öyle sanıyorum ki bu konuda en
dertli kurumlardan biri Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Sadece sıradan bir
Müslümanı kastetmiyorum, kurumsal bir dert taşıdıklarını düşünüyorum. Onlar da
seve seve bu konuda bilgilendirme yapacaklardır.
Örneğin, adliye muhabirliği sisteminde nasıl ki hukuktan anlaması gereken
bir gazeteci söz konusu ise nasıl ki sağlık ile ilgili bir takım haberler
yaparken sağlıktan anlayan bir gazeteci görevlendiriliyorsa, pekâlâ bir din
haberi yapan gazetecinin de bu konulardan anlayan gazetecilerden oluşması
medyatik samimiyetin bir göstergesi olacaktır. Olması gereken de budur. Özellikle
sinemamızda gördüğümüz çok basit bir namaz kılma sahnesindeki aksaklıklar bile
medyanın din bilgisizliğine bir örnektir. Hatta ve hatta bugün “muhafazakâr” diye
bilinen bir Türkiye’den bahsediliyor ama tuhaf bir biçimde, muhafazakâr
karakterlere yer verilen televizyon dizilerinde bile bir yönetmen/aktör
sorumsuzluğunu görülüyor. “Ezan sesi duyuluyor ya makamının önemi yok; namaz
kılan “iyi adam” görülüyor ya zararı yok, namazda ellerini bağlamayı bilmesin”
denebilir mi? Yanıta başlarken söylediğimi bir cümle ile toparlayayım;
samimiyetle öğrenme ve öğretme talebinin zaman içinde her kurum, kişi ve
kuruluşta gelişmesini beklemek gerekecektir. Bu bir ahlak sorunudur, istenmezse
olmaz, istenirse kural gerekmez, kendiliğinden olur, fark edilmez bile.
İSLAMİ DEĞERLERİN DOĞRU DEĞERLENDİREBİLECEĞİ MEDYA PLATFORMLARINA İHTİYAÇ
VAR!
Bütün bu konuştuklarımıza eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Aslında bu sorular çerçevesinde eklemek istediğim çok şey var. Ancak şunu
biliyorum ki medyanın dini bilmesi gerekliliğinin yanında bizim de baştan aşağı
medyayı öğrenmemiz, bilmemiz gerekiyor. Medya çok büyük bir istihdam alanı ve
büyük bir ekmek kapısı. Tıpkı sanayi gibi bir çalışan grubu var. Bunu çok iyi
anlamak gerekir. Tek yanlı olarak düşünmemek lazım. Ama burada din üzerinden
bir konuşma yaptığımız için, sorularınızın önümüze çizdiği güzergahtan gitmeye,
sorularınızın perspektifinden bakmaya çalıştık; bu değerlendirmeleri medya
üzerinden de yapmak ve karşılıklı ilişkileri gerçek bir samimiyet ölçüsünde,
iyi değerler üretmek için de yapmak gerekir. Sonuçta amaç çözüm üretmek olmalı,
bunun için de İslami, insani değerlerin doğrudan ve doğru biçimde
değerlendirilebileceği bir medya platformuna şiddetle ihtiyaç var…
Kaynak: İslamveihsan1




