![]() |
Semih Kaplanoğlu
|
30. Tokyo Film
Festivali’nden en iyi film ödülü ile dönen Buğday, yakın ve belirsiz bir gelecekte, yeryüzündeki yaşam yok
oluşa doğru sürüklenirken yaşanan bir yolculuk hikâyesini anlatıyor. İnsanlığın
dertlerini bir insanda hemdem ederken sembollerin dili ile İslam geleneğine
göndermeler yapıyor ve insanı iç yolculuğa, talip olmaya, dertli olmaya, soru
sormaya, sorumluluk almaya davet ediyor.
Filmin
yönetmeni Semih Kaplanoğlu ile
Buğday filmi üzerine konuştuk.
Bir distopik
dünya mı kurduk yoksa dünya bu halde de biz bunu bir şekilde ortaya çıkarmaya
mı çalıştık… Ben oturup reel olmayan fütüristtik, distopik bir dünya kurmak
üzerinden hareket etmedim öncelikle. Filmle ilgili hep böyle birtakım
kavramsallaştırmalar yapıyorlar; distopya, bilim-kurgu vb. O tür öğeler filmin
içerisinde olabilir ama bunlar filmin tür olarak o tür bir çerçeve içine
sokulmasını gerektirir mi, ben kendi adıma bunu doğru bulmuyorum.
Ben filmin
türünü tanımlamıyorum. Bir sinema filmi, bu kadar benim için. Çünkü distopya,
ütopya, bilim-kurgu vs. bunlar kendi düşünce hayatımızın dışında, bizim
üretmediğimiz kavramlar. Amiyane tabirle söylersek, bunlar bizim defterimizde
yazmıyor. Keşke biz kendi irfan geleneğimiz içinden bu tür kavramlar,
kavramsallaştırmalar yapabilsek; onları bir şekilde derleyip toplayıp günümüz
dünyasında hayatın getirdiği dıştan-içten durumları kendi içimizden
tanımlayabilsek...
Distopya,
modern dünyaya özgü bir tür ancak bizim dünyamızda bunun bir karşılığı yok
sanırım.
Biz bir
distopya yaşayamayız. Biz umudu taşıyan, Kur’ân-ı Kerim’in ve O’nun
Peygamberi’nin (s.a.v.) takipçileriyiz. Bizde umut hiçbir zaman bitmez.
Distopya dediğimiz şeyde umut yoktur. Ütopya da öyledir. Bizim ütopyamız var
ama biz ona ütopya demiyoruz. Tabii ütopya bu dünyada mı kurulur, nerede
kurulur, nasıl kurulur? Bu dünyada kurulmayan şey öbür tarafta nasıl olur, olur
mu olmaz mı?.. Bunların hepsi üzerinde tartışılması ve konuşulması gereken
şeyler.
Biz bu anlamda
düşünce üretemiyoruz. Bizim bu kavramlara karşı tezler ortaya koyabilen bir
düşünce hareketi içerisinde olmamız lazım. Biz hep bu kavramları kabulleniyoruz
ve -sırf bu film özelinde söylemiyorum- kendi hayatımızın içerisinde olup
bitenleri de bizim olmayan kavramlarla açıklamaya çalışıyoruz. O zaman da
sürçüyoruz, tam tespitimizi yapamıyoruz.
Filmi
tersinden okuyalım; bilim ve teknoloji insanlığa iyi gelemez mi?
Tek yönlü bir
durum olamaz. Bu olumlu ve olumsuzların bizim hayatımızda nasıl tecelli
ettiğini, zorladığını ya da kolaylaştırdığını bir şekilde biliyoruz. Ama şöyle
bir şey var; şer de hayır da O’ndan geliyor. O anlamda bütün yaşantımıza giren
teknolojiyi ve bilimin sonuçlarını vs. belli bir kıstastan değerlendirmemiz
lazım.
Ölçülerimiz var
bizim. Biz ölçüsüz yaşamıyoruz. Biz teknolojinin ölçüleriyle yaşamamalıyız. Biz
kendi ölçülerimizle teknolojiyi, bilimi, şehri vs. ele almalıyız. Bence en
büyük eksikliğimiz de buradan kaynaklanıyor. Her zaman söylenir ya “iyi
olanlarını al, kötülerini alma” diye…
Bu mümkün
olmuyor mu?
Olmuyor tabii.
Çünkü biz buraya kendi ölçülerimizi koyamıyoruz.
Niye kendi
ölçülerimizi koyamıyoruz? Bizde eksik olan nedir?
İslam’ın
gündelik hayatın içerisinde en pratik haliyle yaşanamıyor olmasından anlıyorum
ben bunu. Çünkü biz bütün bu hızlı değişime ve teknolojinin gelişine bir bakış
geliştiremiyoruz. Onu bir şekilde kabul ediyoruz. Kabul etmeyelim ya da
reddedelim demiyorum ama biz burada bunu insanlığın yararına nasıl daha fazla
çevirebiliriz, insanlık bundan nasıl daha fazla faydalanabilir, zararları nasıl
en aza indirebiliriz, bunu tefekkür etmiyoruz.
Mesela
şehirlerimizi ne hale getiriyoruz. Biz bu şehirleri bu hale getirirken
insanlara faydalı olmuyor muyuz? Oluyoruz; insanlar daha iyi yaşasınlar, düzgün
evlerde otursunlar, sıcak suları olsun vs. gibi bir düşünceyle yapıyoruz. Yoksa
insanlar doğayı parçalayalım, perişan edelim diye yapmıyorlar. Bu yapılırken
bunun sebep olacağı şeyleri düşünmüyoruz. Bir şeyin sebep olacağı durumun
ölçüsü yok mu bizde? Sürekli bu konuda uyarılıyoruz, hem Kur’ân-ı Kerim
hem Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bizi
uyarıyor. Ölçü dediğim benim bu. Demek ki bunları dikkate almıyoruz.
Buğday’ı
çekmenizin altında yatan düşünce neydi?
Dünyada şu anda
ekolojik felaketlere, türlerin yok olmasına, iklimdeki bozulmalara, GDO’dan
dolayı yaratılmış çeşitliliğin bir şekilde ortadan kalkışına, kanser veya
salgın hastalıklara, savaşlara, açlığa, mültecilere dair birçok hadise
gerçekleşiyor ve bence her birimizin bu konuda bir sorumluluğu var.
Sorumluluğumuz olduğu için de bunu unutarak, yok sayarak ya da bundan kaçarak
yaşayamayız. O zaman hesaplaşmamız gerekiyor. O hesaplaşma sonunda bir umut
var. Kendimizle her hesaplaşmamız, kendimizi baştan aşağı yeniden ele alışımız,
yıkıp yeniden yapmamız bir umuttur. Bizde hep bu söylenir ya; sen bir hata da
yapsan yanlış da yapsan tövbe edersin, bir daha yapmamaya çalışırsın, o
sorumlulukla davranırsın. Umut budur.
Bu anlamda da
dünyanın hiçbir zaman insanların kendi başlarına bırakıldığı, kendilerinin
çalıp oynadıkları bir yer olduğunu düşünmüyorum. Biz biliyoruz ki böyle
devirler gelip geçmiş. Bu devirlerin sonunda insanlar hüsrana uğramış, helak
olmuş, şehirler altüst olmuş. Sadece Kur’ân-ı Kerim’de geçen vakaları
düşünürsek (helak olmuş şehirleri vs.) o zaman, dünyanın şu anına dair bizim
yapabileceğimiz şeylerin izlerini bulabiliriz. Bunun izi bizde var.
O yüzden ben de
onların izinden bir şekilde giderek bugünün dünyası ile onların hayatları
arasında köprüleri hem vahyin üstünden hem Efendimiz’in (s.a.v.) üstünden hem
vahyin kıssaları üstünden ele alarak bir bakış getirmeye çalıştım. Çünkü biz
tek tek bu konulardan sorumlu insanlarsak, o zaman kendimize bir ayna tutmamız,
kendimizi olması gereken insan konumuna yükseltecek yolları bulmamız gerekiyor.
Filmin altında yatan düşünce enerjisi buydu.
Doğadan
uzaklaşan modern toplumun kendinden uzaklaştığına dair bir eleştiri
getiriyorsunuz ki galiba herkes buna katılıyordur. Peki, insanın fıtratına
uygun, doğayı tahrip etmeyen, onunla uyumlu bir hayatı kurması için (tıpkı
Erol’un yolculuğu gibi) bir yolculuğa mı ihtiyacımız var? Birini mi bulmalıyız?
Neyi kaybettiğimizi nasıl hatırlayabiliriz?
Valla bu
işlerin sonunda şunu fark ettim ve anladım, insan kendinden kendine yolculuk
yapıyor. Tabii ki bir mürşid-i kâmil, örnek aldığımız bir kişi, Peygamber
Efendimiz’in (s.a.v.) hadisleri, sünnetleri, biz buna ihtiyaç duyuyorsak
açılıyor. Eğer biz buna ihtiyaç duymuyorsak, umurumuzda da değilse şekle
dönüşüyor olay.
Talip olmak,
dertli olmak, ne yapıyoruz diye soru sormak bize Hızır’ı çağırıyor. Biz Hızır’ı
böylece çağırmış oluyoruz. Çünkü biri gelip bunu düzeltecek. Sen kendi kendinin
de Hızır’ı olabilirsin ya da birisi Hızır olur gelir seni düzeltir. Bu yüzden
diyoruz ya “her geleni Hızır bil”, bu demek aslında. Buna talip olmak
meselesidir. Buna talipsen bu olur. Farkında değilsen, umurunda değilse öyle
gelip gider hayatın.
Buğday’ı bir
talip olma hikâyesi olarak da okuyabiliriz öyleyse.
Tabii ki. Hz. Musa ile Hızır (a.s.) kıssası da zaten o
değil mi? Sonuçta bir bilgi arıyor, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle “O kulum”
(Hızır) dediği kişiye bilgi almak için gidiyor. Çünkü anlıyor ki kendisinden
daha fazla bilen birisi var ama o bilgiyi alabilmek için de hazneyi genişletmek
lazım. Hızır geliyor, tekneyi kırıyor, bir feryat-figan, öleceğini zannediyor.
Hâlbuki İbn-i Arabi Hazretleri ve
bazı tefsirciler diyorlar ki tekne hakikatte Hz. Musa’nın vücuduydu çünkü
Mu-sa, tahta ile su arasında demek. Onun vücudunu değil, cismaniyetini kırdı ve
onu deryaya bıraktı. Başka yorumlarda da Kur’an’da da bu soru soruluyor; “niye
kayığı kırdın” çünkü kayığı ele geçireceklerdi…
Demek ki
öncelikle bir talibin olması gerekiyor. Talip olmak, dertli olmak, kendi
eksikliğinin farkına varmak gerekiyor. Ben bilirim, her şeyi bilirim ve yaparım
değil... Bugün bilimi ve teknolojiyi kullanan insanlar bunu tartışmasız bir
kavram haline getiriyorlarsa bilime tapmaya başlıyorlar. Akademiyi bir kutsal
mekân haline getiriyorlar vb. Burada da bir putlaştırma oluyor.
Talip nasıl
olunur diye sormak geliyor içimden.
Talip, dertle
olunur. O nasıl başlıyor, kim kimi çağırıyor, kim kimin içine tohumu atıyor vb.
bilmiyoruz bunu. Önce kişinin kendisine “bende bir eksiklik var” demesi lazım.
O kıssada öyle oluyor çünkü. Bende bir eksiklik var, ben bunu bilmiyorum diyor
ve biri varmış bilen, dur bakayım ona bir gideyim, bir sorayım bakalım o kabul
edecek mi, alacak mı verecek mi? Her şeyin bir bedeli var değil mi?
O kadar az
insan kendisindeki eksikliği zamanında fark edebiliyor ki, gerçekten neyin
eksik olduğunu ama… Yoksa eksiğiz psikoloğa gidelim, şu dersi alalım,
alışverişe gidelim onu alalım, bunu alalım diyerek o eksiklik kapanmıyor. O
eksikliğini sen başka bir şeyle telafi ediyorsan o zaten kapanmayacak bir şey.
Ama yeter ki sen o eksikliğin gerçekten kendindeki eksiklik olduğunu keşfet; o
zaman onu tamamlayacak biri bulunur diye düşünüyorum. Ya kendin ya da başka
birisi, bilmiyorum artık.
O zaman
filmdeki taliplimizin peşinden yolculuğa devam edelim… Şehri bırakıp Ölü
Topraklar'a giden Cemil Akman (Ermin Bravo) karakteriyle birlikte bilimi
bırakıp inanmayı, nefsini terbiye etmeyi, hakikati seçen birini görüyoruz.
Semboller üzerinden kurduğunuz dünyada verimli toprakların bir türbede
saklanıyor olması, insanlığın kurtuluşunun imanda, tasavvufta olduğunu
hissettiriyor bize. İnsanlık böyle bir dünyaya mı aç?
Filmde geçen
temiz toprak, bence gerçekten temiz topraktı. Ben ona sembolik bir anlam
atfetmedim. Zaten temiz toprak öyle bir dünyada ne yaparsan yap sembolik
kalıyor. Ama saklandığı ve koyulduğu yer olarak düşünüldüğünde; orada eski bir
dergâhın içinde saklanmış; dışarıdan gelebilecek zararlı şeylere karşı etrafını
kapatmış, kirler girmesin, gübre vs. karışmasın diye oraya onu saklamış. Niyeti
de belki temiz, fıtratı bozulmamış tohumlar bulup, toprağı temiz bir yere
götürüp tarımı tekrar başlatmak. Bunu söylüyor da zaten. Ben bunu düz anlamıyla
düşünüyorum hep, ciddi söylüyorum. Orada özel bir anlam atfedeyim demedim.
Şöyle bir
gerçek var tabii: Orası eski bir dergâh ve o dergâhta görüyoruz ki bir silsile
var; birileri yaşamış, sarıklı mezar taşlarını görüyoruz, en sonunda da mermer
bir mezar taşı var. Bu bir silsilenin devam ettiğini ve elden ele geçtiğini
gösteriyor bize. Bir anlamda gelenek oluyor o temiz toprak, öyle düşünülebilir.
Bugün gübreyle ya da gereksiz tohumlarla içerisine zararlı maddeler karışmamış
Anadolu’da bir sürü toprak var. Bir gün hayatımızda böyle bir şey olsa biz o
toprakları, tohumları olabildiği kadar temiz yerlere götürüp saklayacağımız
yerler ararız. O toprak orada kendi kendine oluşmuş bir toprak değil. Onun
toplayıp, getirip koyduğu yer orası. O toprağı ben gelenek olarak düşünüyorum.
Bu toprak mı
insanı kurtaracak? Yani Anadolu geleneği mi insanlığı kurtarabilir?
İnsanlık çok
büyük bir cümle olur ama bu toprağın, geleneğin insanı kurtaracağını
düşünüyorum. Çünkü insanlar tek tek kendi iç dertlerini, meselelerini
çözebilirlerse o zaman toplum da kendi derdini ve meselesini çözebilecek. Ben o
yüzden gündelik hayatımızın çerçevesini çizen ideolojilerin veya gündelik
hayatımızı iyileştireceğini ya da insanlığa düzen getireceğini söyleyen tüm
ütopyaların aslında tek tek insanı, bireyi düşünmediğini görüyorum.
Hz. Peygamber’i
(s.a.v.) düşünelim, o tek başına. Ona bir vahiy geliyor, üç sene kesiliyor, bir
daha gelmiyor. Telaşa kapılıyor, kendinden kuşkuya düşüyor. Böyle baktığınızda
bunlar hep mesajlar… Sabrediyor, sonra vahiy geliyor tek başına. Milyarlarca
insan bugün var. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali bir kişiden
geliyorlar, arkasında bir tane adam var. Onlar da talip olmuşlar, diyorlar ki
“biz sana tamamız, uyuyoruz, ne söylersen söylediklerine inanıyoruz”. Bu bir
kişiden gelmişiz, yani biz bunu yaşamışız hayatımızda. Sünnet bizi böyle bir
yola sokmuyor mu? Sonuçta o durumda da sen bir kişisin. Mesele bu. Biz bunu
sistemleştirip şöyle olacak, böyle olacak dediğimiz zaman riya başlıyor. O kişi
onu talep etmiş olmuyor ki; bir sürü mantığı başlıyor.
Çok bireysel
bir talip olma hikâyesi olmuyor mu bu?
Beni burada çok
bireysel görüyor olabilirsiniz. Herkesin toplumsal dizayn fikri, bir projesi
var. Ama ben tek tek insanlarla bunun çözülebileceğini düşünüyorum. Bir kişinin
Allah’ın izniyle birçok şeyi başarabileceğini, kendini yeniden yapabileceğini
düşünüyorum. O zaman toplumdaki, dünyadaki birçok sorun çözülebilir. Dünyaya
bizim örnek olacağımız şey de bu değil mi?
Bir başka
yolculukta, Yunus Emre ile Hacı Bektaş-ı Veli karşılaşması üzerinden söylenen
“buğday mı himmet mi?” sözünü filmde “buğday mı nefes mi” sorusuyla görüyoruz.
“Buğday’ın nefesi” diye yazmıştı Leyla İpekçi Hanım, sizdeki karşılığı nedir
bunun?
Bu da Hz. Musa
ile Hızır (a.s.) kıssasındaki gibi bir durum. Yunus da talip ama neye talip
olduğunu bilmiyor. Eğer sen talipsen, derdin de varsa o buğday bir süre sonra
nefese dönüşebiliyor.
Derinliğini de
şöyle düşünüyorum: Yunus Emre bizim
Türkçemizi, bugün konuştuğumuz dili kuran insan. Onun kelimeleriyle birbirimizi
anlıyoruz. O sözün üstüne söz koyuyoruz. Ben Yunus’u hep bir tohum gibi
düşünüyorum. Yunus bir tohum ve ondan bin yıldır binlerce ürün çıkıyor. O nefes
canlı aslında. Bunun bir bu yönü var. Öbür yönü de Yunus Emre ile Hacı Bektaş-ı Veli arasında olan
şey bence hep olup duruyor. O bitmez bir şey.
Biz bunları
tarihsele mahkûm ettiğimizde (Yunus Emre dizisi vb.), öyle izlediğimizde
bunları tarihsel bir olay gibi algılıyoruz. Tarihte bırakıyoruz, olmuş o zaman
diyoruz. Hâlbuki bugün de yaşayan Yunuslar var, Hacı Bektaş-ı Veliler var.
Bugün de yaşanıyor bu bir şekilde. Bitmiş, tükenmiş bir şey değil. O yüzden bir
kıssayı anlatırken ya da böyle bir menakıbı anlatırken bugünün hayatını işaret
etmek bence çok önemli. Çünkü öbür türlü hep tarihselleşiyor.
Hz. Peygamber’i
(s.a.v.) de tarihselleştiriyoruz. O zaman öyleymiş, öyle yaşanırmış diyoruz.
Tamam da bugün de olur, o bugün olmayacak bir şey değil. Ama biz bugün olan
şeyi sırf misvağa veya kıyafete indirgerseniz olmuyor tabii. Oluyormuş gibi
oluyor ama olmuyor. Hakikatini bulamıyoruz. Kostümlü bir şeye dönüşüyor bence.
O yüzden bugünün yaşantısına, dertlerine, insanlığın yaşadığı sorunlara,
meselelere sen onun karşılığını bulamazsan, o köprüleri kuramazsan, o zaman
geçmişte kalıyor. O zaman biz bugün ne söyleyeceğiz? Söyleyecek sözümüz
olmuyor. Söyleyeceğimiz sözümüzü bu pratiğin içinden söylememiz lazım. Sinema,
edebiyat, müzik vs. yapacaksak, düşünce üreteceksek buradan ele alıp çıkış
yapmamız lazım.
“Hepimiz
rüyadayız, ölünce uyanacağız” sözü gibi filmdeki uyuma sahneleri vs. rüyaya
atıflar yapıyorsunuz. “Rüya ile gerçeklik” arasında kurduğunuz ilişkiyi nasıl
açıklarsınız?
Bu konuda
geleneğe doğru gidersek, biliyorsunuz rüya ya da mânâ da diyorlar. Geleneğin
süregelen dallarında mânânın-rüyanın hem yorumlanması, tefsir edilmesi hem o
kişinin yaşadığı manevi durumun anlaşılması seyrü suluk açısından çok önemli.
Bir de Resulullah Efendimiz’e (s.a.v.) atfedilen hadiste “bundan sonra vahyin
kırkta biri rüyadır” dediğini varsayarsak demek ki mânâ-rüya aslında bize bir
şey söylüyor. Tabii bunun sahih olma-olmama durumu var, bunu geleneğimiz ayırt
ediyor. Bu rüyalar düzgün yorumlandığında kişinin durumunu anlamak, onun hangi
seviyede olduğunu görmek ya da bir sorunu varsa o sorunu anlamak açısından
önemli.
Freud’un rüya
meselesi yine aklımıza geliyor. O bunu nereden almış, nereden böyle bir yol,
böyle bir köprü kurmuş, biz bunu bugüne kadar hiç konuşmadık. Hiç kimse
tartışmadı. 600 yıllık geleneğin var, kaydı tutulmuş. Şeyh efendi ile müridi
mektuplaşmalarında rüyalarını anlatıyor; o da rüyaya yorum getiriyor. Bir sürü
yazılar var elimizde, bunları bile oturup sormamışız; acaba Freud bunu biliyor
mu, bundan beslenmiş mi? O seküler dünyanın içinden nasıl bunu yorumlamış,
nasıl bir mantıktan çıkmış? Adam Yahudi geleneğinden geliyorsa acaba oradan bir
beslenme mi var? Bunları hiç tartışmıyor ve konuşmuyoruz. Hâlbuki bunları
konuşmamız, tartışmamız, anlamaya çalışmamız gerekiyor.
Olayın ikinci
boyutu; madem biz rüyayı bu şekilde düşünen ve geleneğimizde de bu şekilde ele
alan bakış açısına sahibiz, sinema da bir tür rüya mantığı taşıyor. Çünkü
sinemada karanlığa giriyoruz. Biz niye mutlak karanlığa gireriz, gece uyumak
için. Sinema salonunda ışıkları kapattığımızda da gece olur ve bizi bir tür
uykuya ve rüyaya çağırır sanki. Sinemanın rüya temsili mantığı ister istemez
bizim bu coğrafyada film yapan insanları rüya ile mânânın açılımlarına da
bakmaya itmesi lazım. Rüya aynı zamanda eğer gelenekte bir kişinin yaşantısının
temsili ise onun ruhunun, vardığı yerin karşılığı gibiyse o zaman biz film
yaparken o rüyayı, geleneğin içindeki bütün mânâları da ele alarak bir anlatım
yoluna çevirebiliriz, hayırlı, sahih bir rüyaya dönüştürebiliriz.
Bu anlamda ben
bütün Amerikan sinemasını, Hollywood’un yaptıklarını, Avrupa sinemasının belli
bir kısmını kâbus gibi görüyorum. Onların hayatlarının karşılığı o. O
toplumların rüyaları gibi düşünebilirsiniz bunu. Anla sen o toplumun ne
olduğunu, gör yani filminden; tamamen nefsani rüyalarla yaşayan bir dünya.
Onlar asla bizim rüyalarımız olamaz. Bizim kendi rüyamızı, kendi hülyamızı,
hatta Leylamızı da filmlere koymamız lazım. :)
Dünyabizim
Dünyabizim
Filmin
fragmanı:








