Şiir ölmedi insan değişti


Şair Mustafa Akar, dördüncü şiir kitabı Berhayat’la birlikte bundan sonra yazmak istediği şiiri “daha dolaysız, net, geleneği olan, yerli ve milli olanı dışlamayan ve oraya bakan, annelerin de anlayabileceği, süssüz, saf bir şiir olsun istiyorum” diyerek tarif ediyor. Mustafa Akar’la Berhayat ve şiir üzerine sohbet ettik.

Şairlerin şiire başlama hikâyeleri hep merak edilir. Siz, şiirle nasıl tanıştınız, şiir yazmaya nasıl başladınız? Hangi şairlerden etkilendiniz? Şiir yolculuğunuzu sizden dinleyebilir miyiz?

İlk şiirimi ortaokul birinci sınıfta yazdım. Şiirin ne olduğunu anlamam edebiyat hocamın Orhan Veli’ye düşkün olması, benim de bu düşkünlük karşısında ‘ha bu ilginç şiirmiş, demek ki duygular böyle de ifade edilebiliyormuş’ tarzında bir zihin açıklığını fark etmemle oldu. 

Kitaplarla dolu bir evde büyümedim. Babam makine teknisyeniydi, evde teknik kitaplar ve ansiklopediler vardı ama amcam siyasal mezunuydu ve evlerinde hatırı sayılır bir kütüphane vardı. Onlara gidip geldikçe o kütüphaneyi karıştırmaya başladım. Böylece kitapları tanıdım, kitap okudukça da kendimi tanımaya başladım. Bu anlamda şiirin bana bambaşka bir dünya açtığını keşfettim diyebilirim. Bu merak sayesinde eski bir kiliseden çevrilen çocuk kütüphanesine gitmeye de başladım. Bir şekilde bu merak birbirini besledi.

Giresun’da şiir okuyor, yazıyor, dergi çıkartıyorsunuz ve İbrahim Tenekeci sizi keşfediyor, tanışıyorsunuz, mektuplaşmalarınız devam ediyor. Daha sonra sizi İstanbul’a taşınmaya ikna ediyor. Neler yaşadınız bu süreçte?

O zamanlar bir taraftan MGV’ye gidip geliyorum, Milli Görüşçüyüm; diğer taraftan dergileri takip ediyorum. Giresun’da bir iki sayısını çıkardığımız Tütün Dergisi’ni İbrahim abiye gönderiyorum. Yine Ordu’da Selçuk Küpçük’ün yayınladığı Kum Yazıları adlı fanzin dergide yayınlanan bir şiirimi de İbrahim abi görmüş ve beğenerek beni arıyor. Tam o sırada Trabzon’da da bir şiir günü etkinliği denk gelmiş. Bir şekilde haberleşip orada tanıştık. Yani ilk olarak 1997 senesinde yüz yüze geldik, sonra Allah’a şükür hiç ayrılmadık.

Bir de bizim için edebiyat her zaman dava gibidir. Bu hassasiyeti MGV yıllarında edindiğime inanıyorum. İşte İbrahim abinin yanında edebiyata dava gözüyle bakmak hassasiyeti daha sonra yaptığım diğer işlere de sıçradı sanırım. Bu bakımdan Kırklar dergisiyle başlayıp, şimdiler de İtibar dergisiyle devam eden o süreçte İbrahim Tenekeci her zaman Türk şiirine genç isimleri kazandırmakla kalmamış, aynı zamanda o isimlere bir dava şuurunu da aşılamıştır.

Her şeyi bırakıp İstanbul’a şair olmaya mı geldiniz?

Öyle her şeyi bırakıp gelme durumu yok. Ama İstanbul’a gelmemi tabii İbrahim abi de Furkan (Çalışkan) da teşvik etti. Ben her zaman insanın küçük şehirde yaşaması gerektiğini düşünürüm. O yüzden o zamanlar İstanbul’a karşı mesafeliydim. Ama bir şekilde yerleştik ve ikizlerim de burada doğdu. Sonrasında gazetecilik, dergicilik derken seneler geçti tabii. 

Berhayat'ın ilk şiiri Peşrev’de; edebiyat yapmayan, gerçek, yalın, dertli, anlaşılır, ölümü hatırlattığı kadar yaşamı da unutturmayan, annelerin anlayabileceği bir şiir yazmak istediğinizi söylüyorsunuz. Yazmak istediğiniz şiirin manifestosunu şiirle anlatma gereği neden hissettiniz?

Peşrev, Berhayat adlı dördüncü şiir kitabımın hem giriş şiiri hem de artık Berhayat’la birlikte
bundan sonra yazmak istediğim şiirin de kapısıdır. Peşrev, biliyorsunuz çoğunlukla fasılların başında çalınan başlangıç eseridir. Peşrev şiiri de o anlamda benim bundan sonra yazacağım şiirlerimin habercisi, başlangıcı, kapısıdır. Bir anlamda küçücük bir poetika metni de diyebiliriz tabii.

Kendi yazdığım şiirin Türkiye’nin macerasından ayrı bakılamayacak duruma geldiğini düşünüyorum. Biz şiir yazarken ortak duygunun dışına çıkmak istemiyoruz. Çünkü geldiğimiz gelenek, yaslanmak istediğimiz düşünce dünyası Türkiye’nin meselelerine kapalı değil. Ben de kendi adıma Türkiye’nin meselelerine kapalı kalmak istemiyorum.

Yazdığım şiir de bundan sonra daha dolaysız, net, geleneği olan, yerli ve milli olanı dışlamayan ve oraya bakan, annelerin de anlayabileceği, süssüz, edebiyatsız, saf bir şiir olsun istiyorum. Bir anlamda o süssüz hatta bilge şiirin peşindeyim. Bir şekilde yaşadıklarım bana bunu öğretti. Bir de tabii dört gibi kırk gibi rakamlar bizde önemlidir biliyorsunuz. Dördüncü şiir kitabım da bir sesin kısılıp başka bir sesin açıldığı o peşrevle başladı.

Mustafa Kutlu, Peşrev’de sorduğunuz soruyu köşe yazısına taşımıştı. “Ekmek gibi su gibi edebiyatsız bir şiir mümkün mü? Hatta artık şiir mümkün mü? Şiir öldü mü?” diye soruyordu. Sizin bu sorulara cevabınız ne olur? Şiirin hayatımızdaki yeri mi azaldı?

Mustafa ağabeyin o yazıda bahsettiği biraz da iyi şiiri mümkün kılan ortamın ölmeye yüz tuttuğu meselesiydi. Ben bu konuda hiç de karamsar değilim. Evet, şiir ortamının öldüğünden bahsedebilirim ama bu biraz da şiirden çok insanların ilişki kurma biçimlerinin değişmesiyle doğru orantılı. Yani şiir ölmedi ama insan değişti. Bir de şöyle bakmak lazım olaya. Bütün bu değişen, dönüşen sanatlar arasında şiir hâlâ mevzideki yerini korumaktadır. Yani modern küresel kültürün hatta kültür endüstrisinin dönüştüremediği tek tür şiirdir çok şükür.

Modernizm şiiri niye dönüştüremedi?

Niye’sini düşünmek, konuşmak, dönüştürdüklerine bakmak lazım. Sinema veya dizi sektörü bugün romanın yerini aldı mı bilmiyorum ama romandan bir şey (ç)aldı. Resmi fotoğrafa dönüştürerek ondan bir şey (ç)aldı. Ama şiiri kültür endüstrisi dönüştüremedi.

Roman çeviri piyasasında olduğu gibi bir şair üzerinden pazarlığa oturamıyorsun. En fazla iyi bir şairin kitapları birkaç baskı yapıyor, görünür oluyor, imza günleri düzenleniyor. Bunun yerine ikame şeyler yaratmaya çalıştılar ama tutmadı. Şiir kasetleri falan. Ya da artistlerin, ünlü şarkıcıların şiir kitabı basma hayali. Bu konuda şunu söyleyebilirim: Kötü şiir her zaman için iyi şiiri çağrıştırır. Yani şiirin kötüsü olmaz, bir metin ya şiirdir ya da değildir. Ama romanın iyisi kötüsü olur. Sonuçta o metin biçimi teknik bir şeydir. Şiir tekniği olmayan yani mühendisi olmayan tek edebi türdür.

Ölüm ile hayat beraber ilerliyor şiirinizde. Bazı şiirlerinizi ise kanser hastası olduğunuz dönemde yazmışsınız. Hastalığınız şiirinizi ne yönde etkiledi?

Şiirimde “ölüm” duygusu ilk kitabımdan beri vardır. Tabii hastalığımın şiirime etkisi oldu. Geçmeyen bir öksürük için hastaneye gidiyorsun bir anda kanser olduğunu öğreniyorsun. Bitmeyen kemoterapi seansları başlıyor. Hayatına yeni kelimeler giriyor. Bir yıl kadar tedavi gördüm. Ardından bir ay hastanede yattım ve kemik iliği nakli oldum. Berhayat kitabım o dönemde bitti, bitmek zorunda kaldı. Çünkü kitabı bitirmek için aklımda olan eksik birkaç şiiri çok hızlı yazdım.  Bir anlamda ölüme yakın olmak duygusu kitabı hızla bitirmeme yol açtı. Zaten hastaneden çıktıktan sonra da basıldı. Bu anlamda Berhayat, hayatla ölüm arasında şaşkın bir şiir kitabıdır.

Bunu çevremde çok duyduğum için sormak isterim. Bazı okurlar günümüzde yazılan şiirleri çok düz bulduklarını; kelime oyunlarını, yabancı kelimeleri, kafiyesiz, hecesiz şiiri anlamadıklarını söylüyorlar. Bugün yazılan şiirler mi anlaşılmaz geliyor insanlara yoksa insanlar mı şiirden anlamaz hale geldi?

“Şiiri niye okuruz?”un cevabını bulabilirsek eğer, şiiri niye anlayıp anlayamadığımızın da cevabını buluruz. Birincisi, şiir anlaşılmak için okunmaz. Bir resme baktığımızda hemen onu anlayabiliyor muyuz ya da ressam bize bir şey anlatmak için mi resim yapmıştır? Dolayısıyla bu sıfatları en baştan onarmamız lazım. Şiir bir şey söyler, resim bir şey gösterir, roman bir şey anlatır, gazete yazısı-makale de bir düşünceyi ifade eder. Disiplinleri böyle koyduğumuz zaman bütün gerçeklik ortaya çıkar.

Şiir bize bir şey söyler. O söylediği şey de okurla şairin kurduğu irtibatta gizlidir. Şöyle düşünün: Çok sıkıntılı anınızda aklınıza dizeler gelmeye başlar. Hem kişisel hem de toplumsal bir mesele olduğunda aklınıza gelen dizeler vardır. Şiirin söz sanatları içerisinde böyle ayırt edici bir yanı vardır. Çok sıkıldığınızda, âşık olduğunuzda şarkı, türkü söylersiniz. Niye bunları yaparsınız? Açıklaması var mıdır? Genellikle yoktur. Öte yandan bunlar duyguyla ifade edilebilen şeyler de değildir, tamamen kişisel zevklerdir. Şiiri anlamak isteyen insanlar da anladığım kadarıyla şiirin ne olduğunun pek farkında değiller.

Son sorumuz genç şair adayları için gelsin! Genç bir şair, bir edebiyat dergisine şiir göndererek bir ustanın eğitimini önemseyip ona tabi olmalı mı? Yoksa yetenekli her şair bir edebiyat dergisinde yazmasa da yönlendirme olmasa da heybesindekini okuyucuyla paylaşarak şair olabilir mi?

Sanat biraz taklit ve biraz da birikim işidir. Birincisi okumadan olmaz. Bir adam şiir yazmaya hevesli ise Türk şiirini ana dili gibi bilmek zorundadır. Sadece bugünü değil geçmişe doğru giderek Türk şiirini öğrenmeli; Divan şiirini, aruzu, heceyi bilmelidir. Bununla da yetinmemeli dünya şiirinden de haberdar olmalıdır. Bütün bunlar da yetmez, ayrıca dergilerde kendisini sınamak zorundadır.

Edebiyatın, şiirin kalbi dergilerde atar. Her şiir tek başına bir şeyi ifade eder. Kitap onların bir araya getirilmiş halidir. Bu yüzden şair kendisini dergilerde sınar. Zaten bir dergiye şiir göndermeye başladığında o muhitin de adamı olursun zamanla. Mesela ben yıllar boyunca Dergâh ve Kırklar haricinde hiçbir dergiye şiir göndermedim. Şiirlerimi yayınladığım Dergâh-İtibar geleneğini kendime daha yakın bulduğum için bu dergilerde yazdım.

Kısa kısa

Şiir denilince aklınıza ilk hangi kelime geliyor?

“Çınar” kelimesi geliyor. Çınar ağaçlarını çok severim. Türkçedeki “N” ve “R” seslerine hayranımdır.

En sevdiğiniz mısra nedir?

Nazım Hikmet’in Salkım Söğüt şiirindeki “Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat” dizesi.

En sevdiğiniz/en çok okuduğunuz şiir kitapları hangileridir?

Cahit Zarifoğlu’nun Şiirler’ine, Turgut Uyar’ın Büyük Saat’ine, İsmet Özel’in Erbain’inine, İbrahim Tenekeci’nin Güzellik Uykusu’na, Furkan Çalışkan’ın Kabahatler Kanunu’na, Ahmet Murat’ın Kış Bilgisi’ne, İsmail Kılıçarslan’ın Portakal Turta Bir de Kirpi’sine, Ahmet Edip Başaran’ın Oyunbozan’ına, Said Yavuz’un Yüzümün Çocukluğu’na dönüp dönüp bakarım.

Hakiki/gerçek bir şiirle kötü şiiri nasıl ayırt edersiniz?

İlk okuyuşta, ilk mısraından belli eder kendini hakiki şiir. Siz Türkçe konuşuyorsanız eğer o kullandığınız Türkçe, Karacaoğlan’ın ve Yunus Emre’nin kurduğu Türkçedir. O Türkçe bir şairin dilinde neye dönüştüğünü direkt size anlatır.

Gelecekte büyük şair olabileceğini düşündüğünüz şairler var mı?
Biraz önce kitaplarını zikrettiğim arkadaşlarımın hepsi daha ilk kitaplarıyla büyük şair olmuştur.

Evlilik şiiri öldürür mü?

Bu çok spekülatif bir soru. İslam’da evli olmayan erkek yarım sayılır. Bizim için din, hayatımızı düzenleyen kuralların bütünüdür. Evlilik de bütün bu kuralları bir araya yavaş yavaş getirebileceğin imkanı sana sunar. Dolayısıyla bizim için evlilik, şiire engel değildir. O genellikle züppelerin lafıdır. Onlara kanmamak lazım.

Anneniz yazdığınız şiiri anlıyor mu?

Şiirlerimi bazen anneme okurum, “Nasıl buldun?” diye de sorarım. Dediğim gibi anlayıp anlamadığını bilmiyorum. Çünkü öyle olmaz bizim ilişkimiz. 

Genç Dergisi