Hayatın
konjonktürü, sinemamıza sızmayı sürdürüyor. Geçmişe nazaran içi doldurulmuş,
karakter derinliği oluşturulmuş imam, müezzin, din adamı vs. tiplemelerinden
sonra, ana kahramanı ‘türbanlı’ bir kız olan ‘Büşra’ adlı yapımda sıra…
Şimdi öncelikle
her konjonktürün dayandığı bir strüktür var. Bu önemli bir mesele ve iyi
anlaşılmalı, doğru etüt edilmeli. Konjonktür dediğimiz daha çok sonuçla ilgili
bir şey. Esas çıkış yeri neresi? Strüktür, “yapı” yani bu önemli… Hangi toplum
yapısı?... Örneğin böyle bir film 80`lerde çekilebilir miydi? Çok anlamsız
olurdu, hiçbir karşılığı olmazdı. Fakat bugün öyle veya böyle, bir karşılığı
var. Karakterlerin içinin doldurulmasına gelince, bu bir aksiyon filmi değil.
Daha çok psikolojik bir şey. Dolayısıyla burada karakterlerin içini de
doldurman lazım. Zaten mesaj kaygısı taşıyorsun, bu mesajı verebilmen içinse
elden geldiğince doldurulmalıdır. He doldurulmuş mudur, iyi doldurulmuş mudur,
yahut doğru doldurmuş mudur bu tartışılır…
“Böyle bir film
neden çekilir?” soruna gelelim. Bu tarz filmlerin başarısı, bu başarıyı tırnak
içinde söylüyorum elbet, madem gişeyle ölçülüyor; sansasyon yaratarak gişe
yapmak, para kazanmak. Ve hemen akabinde de zaman zaman toplum mühendisliği,
bilinçaltına çalışmak. Yani net soru şu aslında, bu film esas noktasında hangi
toplumsal yaramıza parmak basıyor? Aslında hiç! Ne yani, türbanlı kızların,
liberal çocuklarla aşk yaşayamamasını mı gündeme getiriyor? Parkta
öpüşememelerini mi, yoksa ulu orta dans edememelerini mi? Böyle bir şey yok!
Film eğer Güneydoğu`da 12 yaşındaki kızların zorla evlendirilmelerini anlatsa,
böyle bir boyuttan söz edebilirdik. Yani toplumsal mevzulardan… Ama bunda öyle
bir şey yok. Çelişkilerle dolu modern bir aşk hikayesi.
Filmin en dikkat çekici temel fonksiyonu
gerçeklikten çokça beslenmesi. Hayatımızda böyle tipler mevcut mudur?
Sence? : Ferit,
Büşra, Yaman, Selen, Alara yok mu hayatımızda. Yüzde 1`dir, 2`dir belki ama
böyle insanlar var yani… Hepsinden en az beşer onar tane tanıdım farklı
vesilelerle… Fakat şuna da bir şerh koymak istiyorum, malum beyazperde
bir ayna aslında. Ve bu aynada önce yönetmen-senarist kendi gerçekliklerini
görüyorlar önce. Sonra da onu bize gösteriyorlar. Yani hep söylerim ya,
gerçeklikle hakikat ayrı şeylerdir diye. Yönetmen, o aynada kendini görüyor,
kendi bakış açısı yansıyor o aynaya… Herkes farklı bir şey görür aynada. Ama
aynanın da bir hakikati var aslında… Herkesin farklı gerçekliğinin üzerindeki
tek bir saf hakikat.
Yalnız Değilsiniz, The İmam, Takva
örneklerinden hangisine daha yakın bu film?
Şimdi öncelikle
bu saydığın filmlerden aslında hiçbirisi değil. Ama illa ki birine yakın
duracaksa, bence Takva`ya yakın duruyor. Ama “Yalnız Değilsiniz” bambaşkaydı.
Dünyanın en kötü çekilmiş filmi olsa bile onda bir mânâ vardı. Büşra`da ise
sadece eyyamcılık. Hatta hedonizm, haz, özgürlük vesaire… “Yalnız
Değilsiniz”deki hanım, Allah`a kul olmaya çalışıyordu, Büşra ise hür olma
peşinde. Jung`un bir sözü geldi şimdi aklıma, “kul olmak, hür olmaktır” Büşra
böyle bir hürriyet peşinde değil. Bu çok açık.
