Camekânlar önünde yatan evsizler


Sinema eğitimi almak için gittiği Amerika’da bir gün “evsiz” olup sokakta yaşamaya karar veren yazarın ilginç, naif, ironik hikâyesi… İbrahim Altay ile yaşadığı esrarengiz olayı, Amerika’da sokağı, evsizlerin hallerini tabii ki Evsiz romanını konuştuk.

Evsiz’de ‘Amerika’da sokakta yaşamak nasıl bir şey’ bunu anlatıyorsunuz. Bu fikir durduk yere nerden çıktı? Neydi sizi sokakta yaşayan insanlarla beraber olmaya iten şey? Bu bir avarelik miydi yoksa kendinizi ya da toplumun dışına itilen insanları anlamak mıydı? Kısaca sizi evsiz olmak için gaza getiren şey neydi?

Amerika, rüyayla kâbusun iç içe geçtiği bir manzara. Bir yanda göklere yükselen bir ihtişam, hemen yanı başında gitgide yeraltına itilen bir yaşam… Uzaktan baktığınızda yalnızca camekânları görüyorsunuz. Camekânlara yaklaştığınızda onların önünde yatan evsizler takılıyor ayağınıza.

Amerika’ya giderken kentlerin ara ve arka sokaklarında yaşananları anlamaya çalışmak gibi bir amaç belirlemiştim kendime.  Ama bu kadar ileri gideceğimi kendim de tahmin etmiyordum. Gider gitmez karşılaştığım görüntüler beni buna zorladı bir bakıma. Los Angeles’a ayak bastığım hafta orada yaşayan kuzenim beni şehir turuna çıkardı. Beverly Hills, Santa Monica, Hollywood gibi en mutena semtlerde dolaşıyoruz. Bir yanda filmlerden
Evsiz - İbrahim Altay
aşinası olduğumuz bir ışıltı ama hemen yanı başında, donuklaşmış, sönmüş, sokaklara yayılmış bir moloz yığını. İnsanlardan söz ediyorum; öyle görünüyorlar çünkü.

Bir ay kadar sonra bir okul arkadaşımın doğum günü için Downtown’daki bir otelin terasına gittik. Dünyanın en büyük şirketlerinin olduğu gökdelenlerle dolu bir cadde düşünün. Arabamı o caddeye açılan sokaklardan birine park ettim. Biz otele girerken o sokaklar iğne atsan yere düşmez, insan kaynıyordu. Çıktığımızda gece yarısı idi ve arabayı bıraktığımız sokak tuhaf ve korkutucu bir hal almıştı. Onlarca insan duvar diplerine ve birbirlerine sokulmuş, yerlerde yatıyordu. Bazıları küçük ateşler yakmış, birbirine karışmış saç ve sakalları nedeniyle zorlukla seçebildiğiniz kaybolmuş gözleriyle manasız bir şekilde o ateşe bakıyordu. Hızlı adımlarla gidip arabamıza atladık. Oradan bir an önce uzaklaşmak için gaza bastım. Daha köşe başına gelmeden arabanın içinde bir bağırtı oldu. Meğer bu evsizlerden biri benim cipin arka penceresini açıp oraya kıvrılmış. Daha sıcak olur diye düşünmüş besbelli. Adamı arabadan indirene kadar akla karayı seçtim.

Bunun üzerine homeless’larla ilgili okumalar yapmaya başladım. Korkunç bir istatistikle karşılaştım. Buna göre Los Angeles’ta ortalama bir geceyi dışarıda geçiren insanların sayısı 50 bine yaklaşıyordu. Yıl içerisinde en az bir kez evsiz kalanların sayısı 100 bin civarında. Nüfusun kırkta biri demek bu… Üstelik ekonomik krizin etkileri iyiden iyiye hissediliyordu ve sokaklar kalabalıklaşıyordu.

Bu yüzden mi evsiz olmaya karar verdiniz?

Bazı insanlar deli numarası yapar. Diğer bazılarıysa akıllı numarası. Ben sanırım ikinci gruptayım. Bu maceraya kalkışmamın nedeni şu: Sistemin sonunu getirebilecek ciddi ve yaygın bir problemden bahsediyoruz ama bu probleme genellikle kriminal ya da istatistiki olarak ve sosyal servisler çerçevesinde bakılmış. Bu insanların ruhsal durumları, ortaya koydukları alt kültürün özellikleri irdelenmemiş. Onların nasıl insanlar olduğunu anlamadan ABD’nin nasıl bir ülke olduğunu anlamak da mümkün değildi bana göre. Aralarına karışıp gözlemler yapmak, o insanları anketler yaparak tanımak ve bu konuda bir makale yazmak üzere çıktım bu yolculuğa.

Bu hikayenin devamı olacak mı? Ya da sözünü ettiğiniz makaleyi yazacak mısınız?

Bunu yazdım, sırtımdaki kamburdan kurtuldum. Konuşmamızın başında sözünü ettiğim bilimsel makale üzerinde çalışmayı sürdürüyorum ama bitirebilir miyim, ne zaman bitirebilirim bilmiyorum. Çünkü bu deneyimden sonra evsizleri bir inceleme nesnesi gibi görmekten uzaklaştım sanırım. Wittgenstein ne demiş bilirsiniz: “İnsan, dostlarına karşı zekasını kullanmamalı.”

Amerika’da 25 günlük sokak deneyiminin sizde bıraktığı en muazzam iz nedir? Hayata bakışınızı değiştirdi mi ya da sokaktan ne öğrendiniz?

En muazzam iz bağışıklık sistemimin zarar görmesi olabilir. O günlerden beri olur olmaz hastalanıyorum. Şaka bir yana bu süreç bana nesnelerle ve insanlarla kurduğum ilişkiyi sorgulama fırsatı verdi. Gördüm ki bunlara verdiğiniz hak edilmemiş değeri kendinizden çalıyorsunuz ve kendinizi değersizleştiriyorsunuz. Bu da sizi nihilizme sürüklemese bile otoriteyle kurduğunuz ilişkiyi sorgulamanıza neden oluyor. Birkaç tahtanızı kırıp havsalanıza hava aldırıyor.

Sokaktan şunu öğrendim. Biz insanlar melekleşme ya da şeytanlaşma potansiyeline sahibiz. Hepimizin içinde bir hırsız, bir katil olma potansiyeli var. Evsizler, benim kendi iç dünyama tuttuğum bir ayna oldu zamanla. Onlara baktığımda kendimi görmeye başladım. Tahmin ettiğimden daha kötü bir insan olabileceğimi anladım.

Modern hayatta şehrin göbeğinde evsiz olmak hayli tuhaf gelse de insanlara; mesela

Into The Wild filminde paranın insanın hayatını sınırladığı ve aslında sahip olduğumuz şeylerden sıyrılarak özgür kalabileceğimiz mesajı verilmişti. Biliyorsunuz bu gerçek bir hikâyeydi. Ya da Thoreau’nun ‘Doğal Yaşam’ı gibi bir şey, herkesten uzakta bir yerde yaşamak… Bu değil, insanlardan kaçarak değil, Knut Hamsun’un ‘Açlık’ eseri gibi ya da sizin etkilendiğiniz Jack London'ın 'Uçurum İnsanları'. Bu daha gerçek ve anlaşılır bir şey. Şehirde evsiz olmak hepsinden zor olsa gerek!

Into the Wild’ı bu evsizlik günlerimden hemen önce okumuştum. Filmi daha sonra seyrettim. Bence film, kitabı tam olarak yansıtmıyor. Bu kitapla ilgili tartışmalardan da yararlanarak ve bir önceki sorunuzla bağlantılı olarak şunu söylemem gerekir: Pek değişmeyen ve sürekli değişen şeyler var hayatımızda. Pek değişmeyen şeyleri kalıcı olarak değiştirmek mümkün olmasa da bu ikisi arasındaki dengeyi kendi lehimize bozmak mümkün… Bir tür hippilikten söz etmiyorum.

Söylemek istediğim: Bize zorunluluk ya da ihtiyaç olarak yutturulmaya çalışılan şeylerin aslında birer abartı ya da fazlalık olduğu bir gerçek. Ama duygusal evreni açısından baktığımızda şu sonuca ulaşıyorsunuz: İnsanın evi kendisidir. O ev dört duvardan ve bir çatıdan ibaret değildir. Banka cüzdanlarından, faturalardan ve iş görüşmelerinden ibaret hiç değildir. O, nereye gitseniz yanınızda götürmenin gereken bir şeydir. Ve eğer kurtulmak istiyorsanız fazlalıklarınızdan ve eğer hafiflemek istiyorsanız oradan başlamalısınız. 

Kitabınız Amerika’da sokak hayatına dair sosyolojik bir eser olmuş bir bakıma. Aklıma Malcolm X geldi. Kendi hayatının anlatıldığı eser ABD sokaklarına ait bir tezdir de aynı zamanda. Ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, yabancılaşmayı aştı mı Amerika? Gösteri ülkesi Amerika’nın “sokak gerçekleri” neler? Sokakların, evsizlerin kuralları var mı?

Elbette ki var. Evsizlik bir alt kültür ya da yaşam biçimi olarak kuralsızlığın hakim olduğu bir alan değil. Beni hayal kırıklığına uğratan şeylerden biri de buydu zaten. Sokakta ermişlerle, azizlerle ya da anarşistlerle karşılaşmadım pek. O insanlar da evlerinde yaşayanlar gibi güce tapınıyorlardı, küçücük menfaatler için kötülük yapıyorlardı, kuytu bir köşe için birbirlerinin kuyusunu kazıyorlardı.

‘Ş’ harflerini aradan çıkararak söyleyeyim. Bu bir yabancılama ve ötekilemedir, doğru. Los Angeles literatürde ‘evsizliğin başkenti’ olarak geçer. Hatta ilginçtir, mahkemelerinde ‘Devlet barınak imkânı sağladığı halde geceyi evsiz geçirmek bir suç mudur’ tartışması yapılacak kadar gündemde bu konu.

Psikoanalitik açıdan bakmaya çalıştığımda ben bu insanların oluşturduğu bütünü Freud’un geliştirdiği bilinçdışı kavramıyla açıklamanın bize yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Kişiler gibi toplumların da bilinçaltı vardır. Evsizler, deliler, kimi kimsesi kalmamış yaşlı kadınlar; bunlar ve benzerleri toplumun dışına fırlatılmışlar. İstenmeyen anılar, meczupluk olarak değerlendirilen düşünceler bu yapıda canlı bir şekilde yaşamaya devam ediyor.

Okuduğum haberlerden birinde Amerika’da evsizlerin sayısının 50 milyona yaklaştığını söylüyordu. Sizce evsizlik problemi nasıl çözülür?

Bu konudaki istatistikler henüz tam olarak tutulamadı ve herkes tarafından kabul gören bir adlandırma yapılamadı. Ama ben en çok Welshman’ın ‘underclass’ yani sınıfaltı tabirini beğeniyorum. Yani klasik şablondaki alt sınıfın da altında bulunan ve toplumsal mekanizmayla bağını son derece sınırlı tutan bir oluşum bu. Underclass tabirini kullanırsak söylediğiniz rakamlara ulaşmak söz konusu olabilir. Aksi takdirde gerçekten çok iddialı bir oran olur bu.

Evsizlik probleminin nasıl çözüleceği konusunda pratik bir çözüm gelmiyor aklıma. Kültür ve medeniyet algısını bütünüyle değiştirmek gerek gibi iddialı bir söz de söylemek istemiyorum. Bazı insanlar evsizleri sistemi dönüştürme güçleri bakımından kıtaya ilk gelen kaçak suçlulara benzetiyor. Ben bu tanımlamaya da katılmıyorum. Ama şunu da hissediyorum. Post-kapitalizm ya da post-modern toplum bu sorununu çözemediği takdirde kendi çözülüşünü hazırlayabilir. Giderek büyüyen bir sorun çünkü bu ve ekonomik sistemin doğasına gömülü.

Türkiye’deki evsizlerle Amerika’daki evsizler arasındaki en büyük fark nedir?

Türkiye’de yaşayan biri için evsiz kalmak zor. Amerika’da yaşayan bir evsiz için ev bulmak daha zor. Toplumsal yapılar tamamen birbirinden farklı. Gelişmemişlik olarak tanımladığımız şey koruyucu bir çepere dönüşebiliyor burada. İşsiz kalıyorsunuz, dayınızın oğlu evinizin bodrumunu açıyor size. Komşularınız çaktırmadan sizi kolluyor, tanıdıklar yemek yolluyor. Hiçbir şey yapamazsanız memleketinize dönüyorsunuz.

Ekonomik gelişmeyle evsizlik oranları arasında doğrusal bir ilişki var gibi. ABD’ye bakarsanız evsizliğin büyük ve gelişmiş kentlerde yaygın olduğunu görürsünüz. Sadece nüfus yoğunluğuyla ilgili bir istatistik değil bu. ‘Rasyonelleşme’ dediğimiz şeyle de yakından ilgili. Bireyselleşmeyle de. İşler yolunda gittiğinde birer erdem olarak sunuluyor bunlar. Ya gitmediğinde? Türkiye’ye baktığınızda da benzer bir manzarayla karşılaşırsınız. Sokaklarında evsizlere rastladığınız kentler büyük ve zengindir. Daha kozmopolittir. Sultanahmet’tir, Nişantaşı’dır, Cihangir’dir.