Özellikle sosyolojik çalışmalarla tanıdığımız yazar
Nazife Şişman'la,
"Ramazan'da sosyal hayatı" ve Martin Lings'ten çevirisini yaptığı “Hz
Muhammed'in Hayatı” kitabı üzerine konuştuk.
Esasında bu sorduğunuz
soruların cevaplarını hemen bütün siyer ve ahlak kitaplarında, seçme hadislerin
yer aldığı derlemelerde kolayca bulmak mümkün. Daha da kolayı var. İnternette
kısa bir araştırma ile bir kaç dakikada dökümünü elde edebilirsiniz bu
bilgilerin. Bizim asıl meselemiz, bu bilgilerle aramızda neden bağ
kuramadığımız olmalı. O ışık neden bize ulaşmıyor? Buna kafa yormalıyız. Bir
taraftan bizi dünyaya çağıran baskın bir tüketim kültürü var. Diğer taraftan
“kocakarı imanı”na sahip kimselerde bile dini bilgilerle ilgili bir güvensizlik
ve karmaşayı mayalayan Ramazan gündemleri.
Ramazan’ı toplumsal hayatın
içinde nasıl gözlemliyorsunuz? Ramazan sosyal hayatımızı nasıl dizayn ettiğini
anlatır mısınız? Ya da hâlâ bir dizayn etme durumu var mı?
Ramazan yeme içmenin farklı
bir disipline tabi tutulduğu bir ay. Bir taraftan gün boyu yemek yemeyerek
nefis terbiyesi yapılırken diğer taraftan iftar davetleri ile, özel yiyecekleri
ile, fakirler için hazırlanan kumanyaları ile yemek çok merkezi bir yer işgal
ediyor. Yemek ve yedirmek üzerinden gelişen özel bir Ramazan kültürüne sahibiz.
Ama “oruç tutmak mı iftar etmek mi daha baskın Ramazan kültüründe?” sorusunu
sormamızı gerektirecek bir değişim yaşıyoruz günümüzde.
Diğer taraftan Ramazan, birlikte okunan mukabeleler, cemaatle kılınan teravihler ve birlikte yapılan iftarlarla esasında insanları bir araya toplayan bir özelliğe de sahip. Son on günde itikafın tavsiye edilmesine rağmen. Günümüzde Ramazan’ın bir sosyalleşme ayı haline gelmesi üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Belediyeler başta olmak üzere bir takım kuruluşlar çeşitli etkinlikler düzenleyerek “kutluyorlar” Ramazan’ı. Bu durumda Ramazan bir eğlence ve sosyalleşme ayı mı, yoksa sabrın temrin edildiği, içe dönük muhasebenin yoğunlaşması gereken mübarek bir zaman mı sorusunu sormamız gerekmiyor mu?
Diğer taraftan Ramazan, birlikte okunan mukabeleler, cemaatle kılınan teravihler ve birlikte yapılan iftarlarla esasında insanları bir araya toplayan bir özelliğe de sahip. Son on günde itikafın tavsiye edilmesine rağmen. Günümüzde Ramazan’ın bir sosyalleşme ayı haline gelmesi üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Belediyeler başta olmak üzere bir takım kuruluşlar çeşitli etkinlikler düzenleyerek “kutluyorlar” Ramazan’ı. Bu durumda Ramazan bir eğlence ve sosyalleşme ayı mı, yoksa sabrın temrin edildiği, içe dönük muhasebenin yoğunlaşması gereken mübarek bir zaman mı sorusunu sormamız gerekmiyor mu?
Çok teknolojik bir Ramazan
geçiriyoruz. İnsanlar bir yandan TV izliyor diğer taraftan internette
sahura kadar vakit geçiriyor. Camilere, Kur’an Kurslarına gidenleri de
görmezden gelmiyorum ama genç arkadaşların özellikle sosyal medya üzerinde oruç
tuttuğunu görüyoruz. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?
İbadetler zamanı nasıl
örgütleyeceğimizi temrin ettirir esasında bize. Kendimizi tamamen dünyaya
teslim edemeyiz, günde beş kere yüzümüzü ötelere döner, muhasebe yaparız. Yılda
bir ay da başka bir zamanın içine dahil oluruz. İbadetin az ama sürekli olanı
makbulse de belli dönemlerdeki yoğunlaşma kemalatımız için zaruridir. Ama
günümüz tüketim kültürü ve iletişim teknolojisi bizi bize bırakmıyor. Peki ne
yapmalı?
Ben olumsuzlukların altını
çizmektense olumlu olanları görmekten yanayım. Çünkü zikrettiğiniz ayartıcı
kanalları aşabilen örnekleri görmedikçe, bu sarmaldan çıkış da yok. Zira insan
iz süren bir varlık. İyi çığır açanları takip etme istidat ve temayülü
fıtratında mevcut. Bu sebeple hem bahsettiğiniz eleştirileri yapmalı, hem de
“güzel bakan güzel görür” fehvasınca Ramazan’da camileri dolduran gençleri,
evlerde okunan mukabeleleri, “sanki yedim” espirisini hatırlatacak şekilde
rızkından ayırıp yoksulu yetimi kollayanları, harçlıklarını birleştirip fitre
veren öğrencileri, gecelerini namazla tezyin edenleri, oruçla sabrın yarısını
gerçekleştirenleri görmeliyiz. Bozulma söylemine ve “ah o eski Ramazanlar” şikayetine
teslim olmamak için.
Sadece Ramazan’da değil,
değişen sosyal hayat her şeyi etkiliyor. Mesela daha önceleri toplumsal
hayatımızın merkezinde cami vardı ve şimdi onun yerine alışveriş merkezleri
AVM’ler ikame ediliyor. İçinde her şeyin olduğu bu modern tapınaklardan
Müslüman insanlar da nasibini alıyor elbet. Hayat, yanlış ya da doğru herkese
değerek ilerliyor. Biz değişen ve dönüşen bir Türkiye’ye ayak uydururken
Müslümanlar olarak neler yapmalıyız, neler yapabiliriz?
Ramazan’ın rahmet ayı olduğu
ve şeytanların ellerinin bağlı olduğu bildirildiği için bu ayın manevi
fezeyanının, tüketim toplumunun tüm çılgınlıklarını bertaraf edecek bir
kuvvette olmasını arzu ediyoruz. Bu nedenle on bir ay normal karşıladığımız pek
çok şey Ramazan’da gözümüze batmaya başlıyor. Halbuki Recep ve Şaban’ı nasıl
yaşamışsak Ramazan’ı da öyle yaşamamız mukadderdir. İbadetlerin az ama sürekli
olanının tavsiye edilmesi, ipliğini eğirip sonra çözen kadın gibi olmama
uyarısı, hep bu espriye dayanır.
Bu sebeple eğer yerinde bir eleştiri yapmak istiyorsak tüketimin çarklarına teslim olmaktan nasıl kurtulabiliriz sorusunu daha genel ve kökten bir soru olarak sormalıyız.
Bu sebeple eğer yerinde bir eleştiri yapmak istiyorsak tüketimin çarklarına teslim olmaktan nasıl kurtulabiliriz sorusunu daha genel ve kökten bir soru olarak sormalıyız.
Son olarak Martin Lings
çevirinize değinmek istiyorum. Peygamberimizin hayatını kaleme alındığı Martin
Lings’in Hz Muhammed’in Hayatı adlı siyer çalışmasının
çevirisi size ait. Bu çalışmanızdan bahseder misiniz kısaca? Çeviri süreci
nasıl olmuştu, siz bu süreçte neler hissetmiştiniz?
Yeni mezundum (1984). Adı
konmuş bir meşguliyetim yoktu ve vaktimi nasıl örgütleyeceğime dair endişe
içindeydim. İşte böyle bir halet-i ruhiye içindeyken nasibim oldu, Martin
Lings’in Hz. Muhammed’in Hayatı adlı kitabı.
Yazarıyla ilgili, birkaç kitap isminden ve bir de İngiliz Müslüman olduğundan başka bir şey bilmiyordum. Kaptan Kusto’nun, Neil Armstrong’un Müslüman olduğu
söylentilerinin önemsendiği; yeni Müslüman olan Roger Garaudy Türkiye’ye
geldiğinde, kendisine fıkhî konularda sorular sorulup fetva istendiği bir
dönemdi. Müslüman olan kişiye, dinin sağlamasını yaptığı, âdeta “İslam’ı
şereflendirdiği” için minnet besleniyordu. Bu hali, Müslümanların kompleksli
tavrına hamleden ben, Müslüman olan Batılılara mesafeli davranmak, belki de
biraz aşırıya gidip ilgisiz kalmak gibi bir savunma mekanizması geliştirmiştim.
Yazarıyla ilgili, birkaç kitap isminden ve bir de İngiliz Müslüman olduğundan başka bir şey
Peki Martin Lings de bir
mühtedi değil miydi? Evet, Müslüman ana babadan doğmamıştı, otuzlu yaşlarında
Şeyh Ahmed el-Alavi’yle tanışıp Müslüman olmuş ve Ebubekir Siraceddin adını
almıştı. FakatHz. Muhammed’in Hayatı’nı yazdığında, bir mübtedi değildi.
Elli yıla yakındır Müslümandı ve bu eseri de uzun süren bir çalışmanın
ürünüydü. Son yüzyılda İslam dünyasının ilim ve fikir hayatında ciddi bir
ağırlığa sahip olan Batılı İslam alimlerinden biriydi Martin Lings; Muhammed
Esed gibi, René Guenon gibi.
Hz. Muhammed’in Hayatı’nı
tercüme etmek, benim için tam anlamıyla bir nasipti. Gerçi “Nasibin dışında ne
var ki!” denilebilir ve doğrudur. Ama fark, nasip olduğunu yakinen
hissettirmesindeydi bu bereketli tecrübenin. Sonraları, kitabı eline alınca hiç
bırakmadan okuyanları duydum, gözyaşları eşliğinde... Ve muhabbet tazelemek
için, belirli aralıklarla tekrar tekrar okuyanları. Dilinin akıcılığı, ama en
çok da “Peygamber sevgisi lezzeti”ni tattıran bir siyer olduğu övgüleri, her
dildeki okuyucunun ortak kanaati idi.
Birkaç ay içinde koca kitabı
nasıl tercüme ettim, hâlâ anlayabilmiş değilim. Kısa sürede yoğun bir şekilde
çalışmamın nedeni, benim disiplinim değil, kendimi kitaba bırakmamdı. Bu, rutin
bir tercüme süreci değildi. Dedemin küçükken anlattığı kıssaları dinlerken yaşadığım
heyecana benzer bir şevkle, başka bir hayatın içine dalmaktı. Cebrail
Aleyhisselam, “ihsan”ı anlatırken O’nun bizi hep gördüğü hakikatiyle titremek,
Ebu Dücane’nin savaş alanında savrulan sarığının rüzgarını yüzünde hissetmek,
Efendimiz’in Hz. Aişe’nin kucağında sevgilisine kavuşmasına şahit olmak, onun
ölümüne önce Hz. Ömer gibi isyan etmek, ardından Allah’ın diri olduğunu ifade
eden ayeti, sanki ilk defa okunmuş gibi Hz. Ebubekir’den duymaktı. “Yürüyen
Kur’an”ın ayak izlerini takip etmek, onunla birlikte nefes alıp vermek ve
Allah’ın habibiyle kevser havuzunda buluşma müjdesiyle avunmaktı. Tercümede,
Türkçe okuyanların da peygamber sevgisini hissetmelerini sağlayacak bir dil
tutturabilmişsem, bu tamamen Martin Lings’in eserinden fezeyan eden muhabbetin
bir sonucu olmalı.

