Kağıt bezeme sanatlarının en mühimlerinden biri olan
ebruculuğun hangi tarihten beri var olduğu tam olarak bilinemese de eski kitap
ciltlerinde, özellikle Kur’ân-ı Kerim kapaklarında yan kağıdı olarak
kullanıldığını biliyoruz. Ebru kâğıdının Batıdaki ismi “Türk Kağıdı” olarak
geçiyor ve bu sanat, bizim klasik Türk sanatlarımızdan biri olarak kabul
ediliyor.
Bugün Klasik Türk Sanatları
Vakfı’nda derslerine devam eden, ebru sanatının bilinen en iyi ustalarından
merhum Mustafa Düzgünman’ın öğrencisi ebrucu Alparslan
Babaoğlu ile “ebru” üzerine konuştuk.
Ebru sanatı ile tanışmanız nasıl oldu?
1983 senesinde bir arkadaşım evine yemeğe davet etti.
Evinin duvarında bir hilye-i şerife vardı. Evde o hilye-i şerifeyi görünce
şaşırdım biraz. Böyle şeyler müzelerde olur zannediyorum. “Bu orijinal mi?”
dedim. Arkadaşım da “Orijinal” dedi. “Hatlarını Hasan Çelebi Hoca
yazdı, kompozisyonunu ben yaptım, Melek Hoca da boyadı.” dedi. “Bu ne güzel bir
şey, nasıl öğreniliyor bu?” diye sordum. “Topkapı Sarayı’nda Kültür
Bakanlığı’nın kursları var. Ben orada öğrendim. İstiyorsan sen de git oraya.”
dedi. Sonra gittim, iki sene devam ettim o kursa.
Arkadaşım daha sonra içerden bir tane de ebru getirdi ve
“bak bu da ebru; bunu yapan Üsküdar’da bir ihtiyar var. Allah geçinden versin,
emr-i hak vaki olur da vefat ederse bu sanat kaybolacak.” dedi. Ben de bekârdım
o zaman, boş zamanım çoktu. “Kaybolmasın, ben bunu nasıl öğrenirim?” dedim.
Arkadaşım Uğur Derman’ın Türk Sanatında Ebru adıyla
1970’lerde çıkmış bir kitabını getirdi. “Bak burada tarifler var, buna göre
yaparsın.” dedi. Aldım kitabı, üç beş tane de ebru verdi bakarak yapmam için;
sanki hemen öyle koyup da karşısında yapabilecekmişim gibi. Aldım onları, evime
gittim.
Kitaptaki tariflere göre malzemeleri tamamlayıp kendi
kendime başladım çalışmaya. Topkapı Sarayı’nda tezhip ve minyatür kurslarına
giderken de yaptıklarımı götürüp hocalarıma gösteriyordum. Bir gün hocam Cahide
Hanım “İstanbul Sanatlar Çarşısı restore edilmiş ve her hücreye bir sanat
dalını koyuyorlar. Sana da burada bir hücre verelim, sen de burada ebru yap”
dedi. Orada bana da bir hücre verdiler.
O sıra ebru hocanız Mustafa Düzgünman’la
tanışmış mıydınız?
Hayır, yanına gidemiyordum ki korkudan. “Aksi bir
ihtiyardır, gidersen seni kovar. Kimseye ebru öğretmiyor” dediler.
İstanbul Sanatlar Çarşısı’nda neler yaptınız?
Bu mekânın açılış günü... Benim ebru yapacağım odanın
duvarlarına Mustafa Düzgünman’ın ebrularını asmaya başladılar. “Bunlar
nedir?” dediğimde, “Bunları satacağız burada” dediler. Yoldan geçen ve bunları
gören ben yaptım zanneder. Ben nasıl Mustafa Düzgünman gibi ebru yapayım!.. “Ya
bunları kaldırın ya da ben çıkayım, siz Mustafa Düzgünman’ın ebrularını satın”
dedim. “Yok sen dur, biz onları kitapçıya satarız” dediler.
Mustafa Düzgünman Hocaya ebru almaya gittikleri bir gün
“Bizim orada bir ebrucu çocuk var, sizin ebruları astırmadı duvara, bize böyle
böyle söyledi” demişler. Bu, hocanın çok hoşuna gitmiş. Çünkü daha evvel
bazıları hocanın ebrularını “ben yaptım” diyerek sergi açmış. Ben öyle
davranınca “Bu çocuğa haber verin, benim yanıma gelsin” demiş. Körün istediği
bir göz, Allah verdi iki göz. (Gülüşmeler) Nerden nereye!..
Bir cuma günü gittim hocanın yanına. Bana iki tane ebru
hediye etti. “Hangi boyalarla ebru yapıyorsun, ebrularını getirdin mi?” diye
sordu. Daha sonra “Ben pazar günü saat 10.00 ile 12.00 arasında misafir kabul
ederim, bu pazar sen de gel” dedi. Hoca’ya böyle talebe oldum.
Mustafa Düzgünman’ın derslerine ne kadar devam
ettiniz?
Ben, son 5 senesinde beraberdim hocayla. Pazar günleri
hocanın ihvanı gelirdi ve tasavvufi konularda sohbet ederlerdi, bir yandan da
hoca ebru yapardı. Saat 10.30’da radyoyu açar, “Ankara Radyosu Türk Tasavvuf
Musikisi Topluluğu’ndan ilahiler, kasideler dinleyeceksiniz” anonsuyla yarım
saatlik tasavvufi musikisi programını dinler, eşlik eder, muhabbet olurdu.
Tasavvufla ebrunun nasıl bir ilişkisi vardır?
Tasavvufta ebru, küllî iradeye ve cüz'î irâdeye misal
olarak gösteriliyor. Yani insanlara küllî iradeyi ve cüz'î irâdeyi anlatırken
şöyle diyorlar:
Boyayı usulüne göre hazırlarsın, içine ne kadar öd, ne
kadar su koyacağına sen kendin karar verirsin. O boyayı hangi fırçayla
serpeceğini sen seçersin, boyaları hangi sıraya göre atacağına sen karar
verirsin. Ama fırçayı alıp da vurduğun andan itibaren hangi damlanın ne
büyüklükte nereye gideceğini sen bilemezsin. Buraya kadar cüz'î irâde, buradan
sonrası küllî irade olarak ifade ediliyor. Tasavvuf ile ebrunun böyle bir
bağlantısı var.
Ebru teknesinin başına geçmeden önce yaptığınız
ya da ebruya odaklanmanıza yardımcı olduğunu düşündüğünüz bir şey var mı?
Ben teknenin başından kalkıp yemek yemeye gidip döndüğüm
zaman dahi teknenin başına yeni geçmiş gibi hissedip ustamdan öğrendiğim gibi
geçmiş ebrucuların ruhu için bir Fatiha okurum.
Kafam sakin olduğu zaman, açarım bir Mevlevi ayinini ya da Niyazi
Sayın Hoca’nın ney taksimlerinden birini… En çok Neyzen Salih
Dede’nin acemaşiran peşrevini severim, onu dinlerim. Bunlardan birini
dinlerken ebruyu yaparım. Saatin kaç olduğunun farkında bile olmam.
Klasik Türk sanatları içinde ebrunun yeri ve
önemi hakkında bize neler söylemek istersiniz?
Batı sanatlarına baktığın gözlük başka, klasik Türk
sanatlarına baktığın gözlük başka olmak zorunda. Bizim sanatlarımıza Batı
sanatına baktığın gözlükle bakamazsın! Resim, heykel vs. için şunu
söyleyebilirsiniz: “Sanat sanat için midir yoksa sanat toplum için midir?”
Bunları tartışabilirsiniz. Bizim gelenekli sanatlarımız ise ne sanat için ne de
toplum için yapılır. Bizim sanatlarımız Allah’ın rızasını kazanmak için icra
edilir. Allah’ın ayetini, peygamberin hadisini en güzel bir şekilde yazayım
diye hatla uğraşmıştır. Başkası en güzel süsleyeyim diye tezhip yapmıştır.
Ebrucu da aynı amaçla Allah kelamını ya da onu muhafaza eden cildi en güzel
biçimde süslemek amacıyla yapılmıştır.
“Ebru sanat mı yoksa zanaat mı?” tartışmalarına sizin
cevabınız ne olurdu?
Beş sene Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde
ebru dersi verdim. Fakültenin kapısında “Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü”
yazıyordu. El sanatları deyince benim aklıma sepetçilik, Divriği bastonları,
Tokat yazmaları gibi şeyler geliyor. Batı sanatı eğitimi almış kişiler bizim
sanatlarımızı “zanaat” diye aşağılamaya çalışıyorlar. Bizim sanatlarımızın
öğretildiği bölümün ismine de sırf bu nedenle “el sanatı” ibaresini koyuyorlar.
Neyse ki bu artık değişti.
Bir ressamın fırçasına aldığı boyaları tuvaline serpip “ne
biçim resim yaptım” deyip, karşısına geçip seyrettiği yerde o sanatsa eğer;
bizim “battal ebru” sanatın fevkinde bir şeydir. Dolayısıyla “Ebru sanat mıdır
zanaat mıdır?”, ben bunu tartışmam bile. Bizim sanatlarımızı hor görmek,
aşağılamak isteyenlerin ortaya attığı bir polemiktir bu bana göre.
Ebrudaki yenilik arayışlarını nasıl
yorumluyorsunuz?
Ebruda yenilik arayanlar, bizim sanatlarımızı Batı
sanatları gibi değerlendirme yanlışına düşenler aslında. Batı sanatları için
geçerli olan “sanatçı özgürdür, istediği gibi icra eder sanatını” söylemi bizim
sanatlarımız için geçerli değildir çünkü bizim sanatlarımız Batı sanatları gibi
sanat için ya da toplum için yapılmaz; sadece Allah’ın rızasını kazanmak için
yapılır ve sanatını öyle özgürce, istediği gibi icra edemez.
Benim hocamın bir şiiri var. Ben onu düstur edindim:
“Bil ki manzurun olan dest-i nükş-i Mustafa/ Nusret-i Mahmut Hüdâyî himmet-i Âl-i Âbâ” [Elinden çıkan nakışlar senin elinden çıkmadı aslında. Onlar Hazreti Hüdâyî’nin yardımı ve ehli beytin himmetiyle çıktı.]
“Bil ki manzurun olan dest-i nükş-i Mustafa/ Nusret-i Mahmut Hüdâyî himmet-i Âl-i Âbâ” [Elinden çıkan nakışlar senin elinden çıkmadı aslında. Onlar Hazreti Hüdâyî’nin yardımı ve ehli beytin himmetiyle çıktı.]
“Ben bunu yapıyorum, çok güzel ebru yaptım. Falanca ebrucu
bile böyle ebru yapamıyor. En güzelini de ben yaptım.” diyorsan sen bittin
arkadaş. Bunun idrakine varmak gerek. Burada “Yarabbi bu güzelliği ortaya
çıkarmak için beni vasıta seçtiğinden ötürü sana hamd ederim” diyebiliyorsan o
zaman sen ebrucusun. Şimdi ebrucuları buna göre sınıflandırmak lazım.
Ebruda insanın benliğini aradan çıkartması lazım. Bence bu
enaniyet meselesi. Yoksa ebru şova dönüşmüş durumda. Yağlı boya, sulu boya
resim yaparken kimse itiraz etmiyor. O normal bir şey. Ama suyun üzerinde ebru
yaparken adam silueti yapıyor, ağaç ya da börtü böcek yapıyor, insanların
ilgisini çekiyor. Hemen camdan bir tekne, alttan üstten bir ışık, kamerayla
duvara yansıt, bir de oraya şaklabanın birisini çıkartıp ney taksim
ettiriyorlar. Teknenin başındaki de transa geçiyor, tam şov.
Hocam, sizin endişeniz klasik ebrunun
kaybolmasına, bu işin ruhunun yok edilmesine karşı mı?
Kesinlikle. Klasik ebru korunduğu sürece; insanlar şov mu
yapıyor, camdan tekne mi yapıyor, ne yaparsa yapsın -ki sen buna engel
olamazsın zaten-. Türkiye’de herkesin klasik müzik icra etmesini sağlayamazsın!
Ama klasik müzik icra eden klasik müzik icra eder. Kimse de onun müziğine
itiraz etmez. Ebruda niye böyle olmuyor, ebruda da böyle olsun.
Ebruya yeni başlayanlara neler tavsiye
edersiniz?
En az iki, üç yıl elle tutulur bir ebru yapabilmek için
çalışmak lazım. O süre de boyaların birbiriyle alakasını ve teknik problemleri
çözmeye uğraşmakla geçiyor. Bu anlamda ebruya başlayanın da ebru yapanın da
sabırlı olması lazım.
Şu an ne kadar öğrenciniz var?
Aşağı yukarı 50 civarında… Neredeyse hepsi kadın.
Ebruyu icra etmek kişiye neler kazandırır?
Ebruya münhasır özel bir şey söylemek doğru değil belki ama
bütün sanatlarımız hüsn-i hat, tezhip, minyatür ile uğraşmak insana ne
kazandırıyorsa ebru da aynısını kazandırır. Sabır ve zevk-i selim kazandırır.
Zevklerin incelmeye başlar. Nefis terbiyesi için önemli bir vasıtadır ebru.
Ebruyla tekâmül edip, güzeli çirkini, iyiyi vasatı
birbirinden ayırt etmeye başladığın zaman dönüp bakarsın, seçici olmaya
başlarsın.
1984 senesinde Niyazi Sayın Hoca’ya ney öğrenmeye
gitmiştim. Bana “bir tek ney olmaz, başka bir sanatla daha uğraşman lazım”
dedi. “Hocam, ben Topkapı Sarayı’nda tezhip ve minyatür kursuna gidiyorum”
dedim. “O zaman oldu” dedi. “Bizim sanatlarımız birbirinin mütemmimidir.
Birinde göremediğini diğerinde tamamlarsın. O anlamda bir tek neyle uğraşmak
olmaz, bunun yanında başka şeylerle de uğraşmak lazım” dedi.
Geçmişe baktığın zaman bütün büyük sanatkârlar böyle
yapmışlar. Kazasker Mustafa İzzet Efendi hem kazasker hem
bestekâr hem de hattat. Necmeddin Okyay’a bakıyorsun, yapmadığı iş kalmamış.
Mustafa Düzgünman şiir yazmış, cilt, ebru ve tezhip yapmış. Aynı anda birden
fazla sanatla uğraşmış. O anlamda bu sanatlar da birbirini tamamlar.


