1980’lerden günümüze hikâyeleri ile edebi yolculuğunu sürdüren Cemal Şakar, halen Edebistan.com adlı internet sitesinin yayın yönetmenliğini ve TRT TÜRK’te yayımlanan Gündem Edebiyat programının danışmanlığını yürütüyor. Öykü ve denemelerini, Hece, Hece Öykü ve İtibar dergisinde yayımlamayı sürdürüyor.
Cemal
Şakar ile Türkiye’de hikâyeciliği ve Portakal
Bahçeleri kitabını konuştuk.
Edebi türleri seçmemizin
karakterimizle bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. En azından benim için öyle
oldu; bir gün kendimi öykü yazarken buldum. Bu buluşmanın herhangi bir rasyonel
açıklaması yok.
Sabırsız, heyecanlı
biriyimdir; iyi bir şeyi dostlarımla hemen paylaşmak isterim. Mesela
romancıların sabrına her zaman şaşmışımdır, yıllarca oya işler gibi metni
işlemek galiba hiç bana göre değil.
Türkiye’de nasıl bir hikâyeciliğin
malul olduğunu düşünüyorsunuz? Sizin hikâyede önemsediğiniz temel meseleniz
nedir?
Söyleşinin imkânları içinde Türk
öykücülüğünü değerlendirmek mümkün değil. Genel konular üzerine konuşurken,
ister istemez genelleme yapmak zorunda kalıyorsunuz ve genellemeler birçok
istisnayı yok sayıyor. Oysa edebiyat bu istisnalar üzerinden yürüyor.
Edebiyattaki genel yönelimler
hem yazarları hem de okurları bir atmosfer olarak kaplıyor; onun içinde nefes
alıp veriyoruz. Genel olan her zaman vasatı da belirlediği için, iyi öykünün bu
vasat içinde mümkün olduğunu düşünüyoruz; okurken de onu seçiyoruz, yazarken
de. Oysa gerçek damar bu vasatın, genelin dışında atıyor. Ama genelin dışında
kalmanın bir bedeli vardır, görmezden gelinirsiniz, vasata uymadığı için
anlaşılmazsınız, beğenilmezsiniz.
Aslında benim öykü, edebiyat
diye bir meselem yok. İslam diye bir meselem var. Öykü de bu meselemin bir
parçası, ondan bağımsız değil.
Portakal Bahçeleri kitabınızda
klasik öykü kalıplarının dışına çıkarak farklı bir öykü kaleme aldığınızı
görüyoruz. Bu hikâye kitabınız nasıl ortaya çıktı?
Öykü dediğimiz, nihayetinde
bir sözü güzelce söylemenin bir yolu. Ama benim için öncelik her zaman güzelce
söylenecek olan sözdür.
Bir söz gelip boğazınıza
düğümlendiğinde, onu mutlaka söylemek istersiniz, yoksa boğazınızda o yumruyla
yaşayamazsınız. Sizi boğum boğum boğan bir söz varsa, o mutlaka kendini yolunu,
mecrasını bulur.
Sizin farklı bulduğunuz
öykülerim, biraz söylenecek sözü öncelememle ilgili herhalde. Sonrasında bu
sözü daha güzelce nasıl söylerim kaygısı kendi biçimini buluyor, diye düşünüyorum.
Kitabınızda, Hasan Aycın’la
birlikte düşünerek kaleme aldığınız bir öykü bulunuyor. Hasan Aycın’la olan
dostluğunuzun ve yazı arkadaşlığınızın hikâyenize nasıl bir katkısı oldu?
Üniversite yıllarımdan beri
Hasan abiyle kopmaz bir ilişkimiz oldu. Onun, öyküme katkımdan önce kimliğime
katkısı olmuştur. Üniversite yıllarım, düşünsel savrulmalar arasında geçiyordu.
O zaman güzel dostlarım oldu, bana rehberlik yaptılar, onlarla ilişkim hiç
kopmadı, bugünlere kadar geldi. Her zaman dostluklarını, görüş ve önerilerini
önemsedim.
Öyküm hep bu savrulmaların,
arayışların gölgesinde serpildi. Kimliğime yaptıkları katkı her neyse, öyküme
de yansıyan onlar oldu.
Savaşlarla, acılarla yoğrulan
bir coğrafyamız var. Bizim coğrafyamızın hikâyesi yazılabiliyor mu?
Bardağa neresinden
baktığımızla ilgili bir durum. Edebiyatın istisnalar üzerinden yürüdüğünü
söylemiştim; elbette yazılıyor, ama yazanlar genel öykünün dışında, kıyısında
kalıyor; belki bu yüzden de çok fazla görülmüyorlar.
Şimdilerde bir yarışma
nedeniyle orta öğrenim çağlarındakilerin öykülerini okuyorum. Öykülerin yarıdan
fazlasının teması Ortadoğu. O zaman şunu söyleyebiliriz; öykümüzün geneli,
geleceği kaçırıyor. Hayattan, siyasetten bağımsız bir edebiyat olamaz; olsa da
köksüz olur. Bunun en güzel örneği edebiyat tarihidir; unutulan yazarların niye
unutulduğuna, niye okunmadığına yakından bakmak aydınlatıcı olabilir.
Son olarak, hikâyeye yeni
başlayanlara neler tavsiye edersiniz? Okumak için onlara başlıca hangi
kitapları önerirsiniz?
Klasik bir tavsiye: Çok
okumak, çok yazmak, yazdıklarını yırtıp atıp yeniden yazmak. Kendiyle samimice
yüzleşen biri, yazdıklarının ne zaman gün yüzüne çıkacak bir kıvama geldiğini
bilir zaten.
Bu kez yabancılardan söz
edelim isterseniz: Andrey Belıy, Petersburg; Jorge Semprun, Büyük Yolculuk;
Heinrich Böll, Trenin Tam Saatiydi; Wolfgang Brochert, Bu Salı; Jonathan Safran
Foer, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın; Mihail Bulgakov, Üstat ile Margarita;
Siegfried Lenz, Almanca Dersi; Catherynne
M. Valente, Ölümsüz; Elias Canetti, Körleşme; Andrey Platonov, tüm eserleri.
