'Cumhuriyet Devri’nde Bir Köy Hocası & Kutuz Hoca’nın Hatıraları', yeni ilavelerle, 15 yıl aradan sonra 4. baskısı ile okuyucuyla buluştu.
Rize’nin İkizdere ilçesine bağlı Güneyce köyünde Büyük
Cami imamlığı yapan Hafız Mehmet Kara (Kutuz) Hoca 1918 doğumlu bir köy
hocasıdır. Tahsil hayatı ve hocalık hizmetleri Cumhuriyet devrinin zor ve
sıkıntılı zamanlarında olan hocanın yaşadıkları ve anlattıkları, yakın
tarihimizi bir köy hocasının gözünden okumak isteyenler için ilginç detaylar
içeriyor.
Cumhuriyetin kurulduğu ve inkılâpların yapıldığı yılların
Türkiye’sine dair bize hayatın içinden bilgiler veren Kutuz Hoca’nın Hatıraları
kitabında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir köy hocasının ailesini, köyünü,
komşusunu, tahsilini, camisini, cemaatini, hocalığını bulacaksınız. Ayrıca
Türkiye’de dini hayata yapılan müdahaleler, bu süreçte hocaların ve cemaatin
yaşadığı sorunlar ve bu sorunlarla insanların nasıl mücadele ettiklerine dair
gayri resmi bilgilere de ulaşmanız mümkün.
Kutuz
Hoca’nın üç özelliği
![]() |
| Kutuz Hoca - Mehmet Kara (1918-2011) |
Yıllarca babalarının hatıralarını dinleyen üç kardeş
(Mustafa, Hüseyin ve İsmail Kara) ellerindeki hatırat notlarını bir araya
getirerek Kutuz Hoca’nın Hatıraları kitabını hazırlıyor. Bununla da yalnızca
babalarının bir camide yapmış olduğu imamlık vazifesini anlatmıyorlar, aynı
zamanda bir devrin tarihine, kültürüne, ilmine, irfanına, geleneğine dair bize
doyurucu bilgi ve tecrübelerin aktarılmasına öncülük ediyorlar.
Hatıratı okuduğumda Mehmet Kara Hoca’nın dikkatimi çeken
üç özelliği oluyor: Birincisi hocalığı siyasete alet etmemesi (bunu aşağıda
açıyoruz), ikincisi para ile olan ilişkisinde muazzam helal-haram dengesi ve
takva boyutunu gözetmesi, üçüncüsü toplumsal hayatın merkezinde hoca olarak
insanlarla iç içe yaşaması, beş vakit namazı kıldırıp köşesine çekilmemesi.
İmamlık ve hafız yetiştirme vazifesinin yanı sıra cemaatinden hasta olanlar
olduğunda onların doktoru olması, köye misafir geldiğinde onunla ilgilenmesi,
yol, su ve cami inşaatı işlerini takip etmesi, muhtaçlara para toplaması,
köylülere fenni arıcılığı öğretmesi, üç oğlunun üçünü de dizinin dibine
oturtarak hafızlık yaptırması, onları vatanına milletine hayırlı evlat eylemesi
ve daha bilmediğimiz nicesi…
Kitaba
yapılan yeni ilaveler
Rahmetli Hafız Mehmet Kara Hoca’nın hatıraları, 1985
yılında ilk kez 32 sayfalık bir kitapçık halinde (Kutuz Hoca: Mehmet Kara,
Hayatı-Hocaları-Talebeleri) yayınlanmasının ardından, ilk baskısı 2000 yılında
yapılarak (Kutuz Hoca’nın Hatıraları: Cumhuriyet Devri’nde Bir Köy Hocası)
gerçek manada okuyucuyla buluştu. Aynı yıl içinde üç baskısı yapılan kitabın 15
yıldır yeni baskısı yapılmıyordu. Mehmet Hoca’nın 2011 yılında vefatının
ardından hem kitabın tükenmesi hem de ek ilave bölümlerin ortaya çıkması
kitabın yeni baskısını zorunlu hale getirdi.
Hatıratı daha önce okuyanlar için bu baskının bazı
özelliklerini anlatmamız gerekirse hatıratın içerisinde yeni bazı ek bölümlerin
olduğunu ve fotoğrafların çeşitlenip renklendiğini belirtelim. Bu yeni baskıda
yapılan ek ilavelerle hatırat daha fonksiyonel ve vasıflı hale geliyor, sanki
eksik kalan yerleri bir bir tamamlanıyor.
Kutuz Hoca’nın hatıratına ilave edilen üç ek bölüm ise
şöyle: Ek bölümlerin ilkinde, “Baba, Hoca, Meslektaş” başlığında Mustafa,
Hüseyin ve İsmail Kara, babalarıyla ilgili hatıralarını anlatıyor. İkinci ek
bölümde, “Kutuz Hoca’nın Hatıraları Kitabına Dair Yazılar” başlığında kitapla
ilgili dergi ve gazetelerde yazılmış müstakil yazılara yer veriliyor. Üçüncü ek
bölümde “Kutuz Hoca’nın Vefatından Sonra Çıkan Yazılar” bir araya getiriliyor.
Son bölüme ek önemli bir çalışma göze çarpıyor: “Cumhuriyet Devri Hoca ve
Şeyhlere Dair Hatırat, Biyografi ve Monografi Kitapları” listesi. Ve son
bölümde ”Kutuz Hoca’nın Aile Şeceresi” bulunuyor.
Jandarmalar
camilere ve Kur’ân kurslarına baskın yapıyor
Mehmet Kara Hoca, medreselerin kapalı, Arapça tahsilinin
yasak olduğu, din eğitiminin çok kısıtlandığı ve zorlaştırıldığı yıllarda, zor
şartlarda tahsilini görüyor. Cumhuriyet’in yeni kurulduğu, yeni harflerin kabul
edildiği, eğitim sisteminin değiştiği, geçmişle irtibatın koparılıp şapka
kanununun çıkartıldığı, sarık ve cüppenin cami dışında yasaklandığı, din
dersinin kaldırıldığı, imamlık vazifesinin camiye hapsedildiği bir durum
yaşanmaktadır memlekette.
Din eğitiminde bütün zorlukların yaşandığı yerin merkezi
camidir ve camideki kendi öğrencilik yıllarında neler yaşandığını Mehmet Hoca
şöyle anlatıyor: “O yıllarda jandarmalar ansızın camilere ve Kur’ân kurslarına
baskın yapıyor, körpe çocuklara bağırıyor, takkelerini tüfeğin namlusu yapıyor
ve eliyle yere fırlatıyor, bazen dayak atıyor, hocalara hakaretler yağdırıyor,
canı isterse alıp götürüyor, dayak atıyor, hakaret ediyor, bazen birkaç gün
hapsediyordu. Jandarmaların geldiği haber alındığı veya uzaktan görüldüğü zaman
ilk yapılan şey Kur’ân, cüz ve Elifbe nüshalarını ortadan kaldırmak olurdu,
takkelerimizi de saklardık çünkü bunlara karşı tepkileri her zaman daha
sertti.”
Cüppe ve sarıkla dolaşmak o yıllarda yasak olduğu için
hocalar buna kendilerince bir çözüm üretiyor. Hocaların bir kısmı özel
diktirilmiş uzun ceketler giyiyor. Geleneksel kültürümüzde yeri olan takke
(fes) ve sarık takmak ‘Şapka Kanunu’ndan sonra yasaklandığı için özellikle
medrese ve tekke mensupları için baş açık bulunmak, dolaşmak âdaba mugayir
görülüyor ve bu insanlar yasaklardan sonra kasket takmaya başlıyorlar. Çünkü
kasketi baş açık olmaya karşı ehven-i şer olarak görüyorlar. Bu dönemde fötr
şapka takan hoca ve şeyler olmuyor değil. Dönemin Rize Müftüsü Nuh Efendi’nin
başında fötr şapkayla sokağa çıkması halk tarafından tepkiyle karşılanıyor.
İnsanlar müftüyü bu halde görünce utanıyorlar.
Cumhuriyet devrinde yapılan inkılâplardan sonra fes
takmak uzun yıllar korkulu bir şey haline geliyor. Hele o dönem jandarma
gördükleri zaman gayriihtiyarî ilk yaptıkları hemen başlarındaki fesi alıp
ceplerine koymak oluyor.
Ezan
Arapça okunduğunda insanlar camiye koşarak geliyor
Mehmet Hoca’nın ilk mektep tahsilini yaptığı 1931-34
yılları arasında tek kitapla ilkokul bitiriliyor, o da “Kıraat Kitabı”. Bütün
dersler bu kitabın içinde fakat din dersi yok, müzik dersi var. Haftada iki gün
şarkılar ve marşlar söyleniyor. Bu yıllardan itibaren din dersi aşamalı olarak
ilkokul, ortaokul ve liselerden kaldırılıyor.
Türkçe ezan kararı yine Mehmet Hoca’nın çocukluğuna denk
geliyor. Yaşlı hocaların bu durumdan çok rahatsız olduklarını, bir kısmının
Türkçe ezan okunurken hayâ edip yere baktıklarını, ağladıklarını sonraları fark
ediyor. O dönemde hocalar, Türkçe ezan kararını ezanı okumayarak uyguluyorlar.
Köydeki Büyük Cami’de ezanı ilk defa Türkçe okuyan Mehmet Hoca oluyor. Ezan
aslına dönüp Arapça okuduğunda kendisi yine minarede bulunuyor. Yasağın
kalktığını söylediklerinde ilk başta inanamıyor ve ezanın aslıyla okunduğunu
duyanlar camiye doğru koşarak gelmeye başlıyorlar. Hoca’nın deyimiyle “bir
bayram havası, bir bâsübâdelmevt yaşanıyor o gün”.
İmamlık vazifesini yaparken siyasi duruşunun ne kadar
önemli olduğunun farkındadır Mehmet Hoca. İmamlık yaptığı müddetçe ve ondan
sonra hiçbir parti ile irtibata geçmiyor. Camide veya dershanede doğrudan
siyasetle ilgili meseleleri konuşup tartışmıyor. Genellikle oy kullanıyor fakat
kime rey verdiğini aile fertleri dâhil hiç kimseye söylemiyor. Siyasetle ilgili
bütün bu titizliklerinden dolayı bir partiden yana açıkça tavır koyan
meslektaşlarının da yanlış yaptıkları kanaatini taşıyor. Çünkü memleketimizde
siyasetin kirli bir iş gibi yürüdüğünü düşünüyor. Din adamlarının bu kirli işin
kenarında köşesinde açıkça yer almalarını doğru bulmuyor.
1950’li yıllara kadar eski hocaların çoğunun Halk Partili
olduklarını da Mehmet Hoca’dan öğreniyoruz: “1950 seçimlerinden önce
köyümüzdeki hocaların çoğu Halk Partili idi. Bunlar İnönü’yü ileri derecede
sever, Mustafa Kemal Paşa’dan pek hoşlanmazlardı. Hocalarda bir miktar Halk
Partililik damarı olduğundan şüphe yoktur. Demokratları umumiyetle hafifmeşrep,
devletin hazinesini müsrifçe kullanan, devlet adamlıkları zayıf insanlardan
müteşekkil görürlerdi. Fakat dini hayattaki serbestiyet hocaları da
Demokratlara yaklaştırdı.”
200
askerle teravih namazı kılıyorlar
Tek parti döneminde silahaltında 4 yıl geçiren Mehmet
Hoca, asker ocağında dindarlığı sebebiyle komutanları tarafından el üstünde
tutuluyor. Bizzat yüzbaşıdan aldığı talimatla vakit namazlarını kıldırmakla
vazifelendiriliyor.
Askerliğinin ikinci ayı Ramazan’a denk geliyor. 1942
yılının yaz ayları… Bölüğün önündeki bahçede 200 civarında askerle teravih
namazı kılıyorlar. Bölük komutanı bir gece teravih namazı manzarasını görünce
çok memnun kalıyor ve kimin namaz kıldırdığını sorarak Mehmet Hocayı yanına
çağırıyor. Yüzbaşı, Hafız Mehmet Kara’ya birkaç soru sorduktan sonra emirerine
dönerek, “bu hafız yalnız talime çıkacak, nöbet dâhil kimse ona başka hizmet
vermeyecek. Vakit namazlarını kıldıracak, üstü başı temiz olacak” diyor.
Askerliğinin üçüncü senesinde de alay komutanının Ramazan’da teravih için bir
girişimi oluyor. Hafızlığının bereketini askerlikte de gören Mehmet Hoca, daha
rahat hizmetlerde askerliğini tamamlıyor.
Hayatı
boyunca “incinme ve incitme” esasına bağlı kaldı
Mehmet Hoca, hayatında yalnızca imamlık, hocalık yapmış
biri değil. Demircilikten sıvacılığa, fenni arıcılıktan doktorluğa kadar
birbirinden farklı işler yapmayı başaran mahâretli bir hoca. Bu işlerin
bazılarını hocalığı döneminde de devam ettiriyor, insanlara öğretiyor, faydalı
olmaya çalışıyor.
“Kur’ân’ı okumak ve anlamak” meselesini kendisine dert
ediniyor. Kendisinin daima eksiklerini ve kusurlarını öne çıkartıyor, artı ve faziletlerinden
söz etmiyor. Hayatı boyunca “incinme ve incitme” esasına bağlı kalıyor.
Hayatına yansıyan bu prensip, otuz yıllık imamlığı boyunca cemaatiyle arasında
büyük bir problem yaşamasına engel oluyor.
Komşularından bahsediliyorsa asla onların lakaplarını
kullanmıyor, kullandırtmıyor. Dededen kalma bir gelenek olarak bayramda
çocuklara evinde yemek veriyor. Mahallenin gençleriyle ayaküstü sohbetler
yapıyor, onlara takılıyor.
Mehmet Hoca, ibadet hayatının bir kısmını gizli yapıyor.
Aldığı terbiye gereği dini hizmetlerle ilgili davet ve talepleri geri
çevirmiyor. Birçok hoca gibi o zamanlar kendisi de zaruret olmadıkça fotoğraf
çektirmeyi takvaya mugayir görüyor.
Mehmet Hoca’nın devlet parasıyla olan ilişkisini gösteren
tavrı, onun hayatındaki takva boyutunu anlamaya yeterli olur sanırım. Doktora
gittiğinde verilen reçetedeki ilaçların ücretini hiçbir kesinti yapmadan
kendisi ödüyor. Devletin verdiği emeklilik ikramiyesini almayarak bunu kamu
yararına bağışlayan ilk ve tek imam oluyor Allahualem.
![]() |
| Baba/Hoca ve meslektaş/oğulları. Rize/Güneyce, 1988 |
Baba,
hoca, meslektaş
Mehmet Hoca, çocuklarının, talebelerinin, öğretmen veya
din görevlisi olarak çalışmasını çok istiyor. Ona göre dünya ve ahiret için
tercihe layık mesleklerin başında bunlar geliyor. “Peygamber mesleği” diyor
bunlara. Bu düşünceyle Mehmet Hoca’nın üç oğluna ettiği dua da gerçek oluyor,
oğullarıyla meslektaş oluyor.
Mustafa, Hüseyin ve İsmail Kara’nın babalarıyla ilgili
hatıralarını anlattıkları (yeni ilave) bölümden kısa bir bölüm:
Mustafa Kara’nın babası:
“Gündüz Kur’ân kursu öğretmenliği, öğleden sonra
arıcılık, fahri sağlık memurluğu gibi görevlerle birlikte yürüttüğü imamlık
vazifesi onu biraz da yoruyordu. Gece teheccüde kalkmaya sıhhati el vermiyordu.
Yalnız, akşam namazından sonraki evvabin ve onu takip eden yaklaşık yarım saat
süren tesbihatını hiç terk etmedi. Elektriğin olmadığı zamanlarda akşamın loş
ışığında mihrabda siyah cüppesiyle onu caminin kapısından seyretmek bana
ifadesi zor duygular yaşatıyordu. Cami çıkışında yüzündeki mehabeti de
hatırlıyorum.”
Hüseyin Kara’nın babası:
“Bir gün evimize daha önce hiç görmediğim yaşlı bir kadın
geldi. Öğlen sonrası idi ve babam da camiden henüz eve gelmişti. Kur’ân Kursu
öğleye kadar sürerdi. Öğle ve ikindi arası 15-20 dakika uzaklıktaki eve gelir,
ikindi ezanına yakın giderdi. Yaz aylarında bazen yatsı namazı sonrasında da
yatmak için eve gelir, sabah ezanına yakın giderdi. Çoğunlukla da caminin
dersanesinde kalırdı. Misafir kadın konuşurken babam ambarda yemek yiyordu.
Kadının konuştukları çocuk halimizle bile bizi derinden etkiliyordu. Kadın
babamı manevi meclislerden tanıdığını ve çok büyük meziyetlere sahip olduğunu
anlatıyordu ki konuşmaları duymuş olan babam çıkageldi ve ayakta kadına hitaben
'Hem binam, sen de benim gibi biraz kaçıksın' dedi. Fakat kadın hiç duymamış
gibi babamın esrarını deşifre etmeye devam etti. Biz de can kulağıyla dinledik.
Utangaç bir edaya bürünen babam ona inanamamamızı istercesine bakıyordu. Belli
ki esrarına muttali olunmasını hiç istememişti.”
İsmail Kara’nın babası:
“Emekli oluncaya kadar Kutuz Hoca’nın hayatı, günleri
dopdolu geçti. Nerede ise boşluksuz. Buna rağmen bir âsudelik ve sadelik, hatta
ağırlık içinde akardı zamanları. Mesleği icabı güne herkesten daha erken
başlardı. Sabah ezanından yarım saat, 20 dakika önce çalan saatle birlikte
kalkacak, yattığı yerin altında, dersanedeki sobayı tüttürecek, abdest suyunu
küçük bakır güğümde ısıtacak. Sonra günün habercisi ezan-ı Muhammedî… Dört bir
tarafı dağlarla çevrili, eteklerinden Büyük Dere’nin çağıldayarak, hele baharda
âdeta konuşarak aktığı bir coğrafyada sabah ezanı, hele güzel okunuyorsa
bambaşka bir hâlettir; tabiata ve mevcudata üflenen taze bir nefes, taş toprak,
börtü böcek için diriltici bir ruh gibidir. Bir bâsübadelmevt, bir diriliş…”





