Murat Kutlu'nun
kaleme aldığı Sıradışı Osmanlı kitabı, siyaseti,
bilinen ve bilinmeyen şahsiyetleri, âdetleri, örgütlenmeleri, günlük yaşamı ile
Osmanlı’nın ayrıntılarda saklı olan sıradışı yönlerini anlatıyor. Kısa kısa
bölümlerle işlenen ve akıcı bir anlatıma sahip olan kitabı merakla okuyacağınız
kitaplar arasında görebilirsiniz.
Popüler
tarih alanında çalışmalar yapan tarihçi Murat Kutlu ile “Sıradışı Osmanlı”
kitabı üzerine konuştuk.
Osmanlı tarihinin ayrıntılarına indiğinizde o kadar ilgi çekici
hadiselerle karşılaşıyorsunuz ki hayret etmemek mümkün değil. Sıradışı
dediğimiz taraf işte bu. Osmanlı’daki cambazların zaman zaman Avrupa’da boy
göstermesi, hatta Fransa Kralı II. Henry’e iki cambazın özel gösteriler yapması,
payitahtta birçok üst düzey bürokratın iki ayrı mühür kullanması, torpil
isteyen yakınlarından kurtulmak için rica metinlerine bu mühürlerden gayr-ı
resmi olanı tercih etmesi, sarayda hanımlardan oluşan bir bando takımının
istihdam edilmesi, Sultan Mahmut’un hayattayken otuz beş çocuğundan yirmi
dokuzunu kaybetmesi gibi daha pek çok duymadığımız mevzular geçmişimizin bir
anlamda sıradışı tarafları…
Osmanlı Cihan İmparatorluğu’nun üç kıtaya hükmetmesinin sırrı neydi?
Osmanlı
tarihi ile ilgilenen yerli ve yabancı tüm değerli akademisyenler bu sırrın peşinde.
Bana sorarsanız tam olarak da vuzuha kavuşmuş değil. Lakin çok kısa şunlar
söylenebilir belki:
Osmanlıları,
Anadolu’da sadece hayvancılıkla geçinen ve hiçbir şeyden haberi olmayan göçebe
bir topluluk olarak görmek yanlış olur. Kuruluş devrinde beyliğin lider
kadrosu, kendilerinden önceki Selçuklu mirasını tanıyan ve tecrübe eden
kimseler. Cenab-ı Allah’ın Osmanlılara bahşettiği jeopolitik konum, beyliğin
bilhassa batıya doğru büyümesine çok müsait. Bir kere bunu iyi
değerlendiriyorlar.
Bölgenin
siyasi bütünlükten yoksun olması, Bizans’ın eski gücünde olmayışı, Türkmen
göçleri, Osmanlıları bir anda tarih sahnesine çıkarıyor. Burada şunu da
unutmamak lazım: Osmanlıların muhteşem bir fetih politikası var. Ele geçirilen
bölgelerde uygulanan istimalet (hoşgörü) politikasının yanında sistemli bir
toprak idaresi, devletin kalıcı olmasını sağlıyor. Tabi bu söylediklerimizin en
başında İslam’la örülü bir adalet anlayışı var. Bütün bunların yanına henüz
batıda kurulamamış düzenli bir merkezi orduyu da eklediğiniz vakit üç kıtada da
hüküm sürmeniz kaçınılmaz oluyor.
Bir Türk devlet geleneği olan "İnsanı yaşat ki devlet
yaşasın" kültürü asırlarca nasıl uygulandı? Günümüzde az da olsa
örneklerine şahit olduğumuz bu kültür nasıl devam ettirilebilir?
“İnsanı
yaşat ki devlet yaşasın” mı? Yoksa “devleti yaşat ki insan yaşasın” mı? Bu
konu, üzerinde düşünülmeye değer. Türk geleneğinde devlet kesinlikle daha ön
planda. Geçmiş tecrübelerimiz bize önce adaletli bir devleti öngörüyor. Devlet
kutsal bir mefhum bizde. “Devlet-i ebed müddet, devlet baba, devletimiz çok
yaşa, Allah devletimize zeval vermesin, devlet kapısı” gibi daha birçok deyim
yahut atasözü konunun anlaşılması bakımından gayet güzel örnekler aslında.
Daha
evvel bahsettiğimiz gibi bizim kurduğumuz devletlerin temeli adalete
dayanmaktadır. Osmanlılarda uzun süre asla taviz verilmeyen, adına da kısaca
“adalet dairesi” dediğimiz kavram doğrudan insanı yaşatmakla ilgilidir. Burada
uzunca üzerinde duramayacağımız tasavvuf menşeli olduğu açık olan adalet
dairesi anlayışı uygulandıkça toplum huzuru yakalayabilmiştir. Ne zamanki bu
sistem çökmeye yüz tutmuştur, hem sosyolojik hem siyasal anlamda bu millet
sorunlarla baş başa kalmıştır.
Günümüzde de yaşanan hadiselerin temeli bana sorarsanız burada
yatıyor. Allah rızasını gözeten bir adalet anlayışına kavuştukça
problemlerimizi halledebiliriz. Çünkü Türkiye’de İsmail Kara hocanın da dediği gibi İslam ile
ilgili olmayan hiçbir konu yoktur.
Osmanlı devleti, altı asır süren uzun siyasi hayatı boyunca birçok
defa doğrudan merkezi yönetime yönelik ihanet ve isyanlarla karşı karşıya
kaldı. Devlete karşı yapılan bu ihanet ve isyanlarla Osmanlı nasıl başa çıktı?
Hangi yol ve yöntemleri izledi?
Bu kadar
uzun süre ayakta kalabilen bir imparatorluğun siyasi tarihi içerisinde isyan,
darbe, ihanet gibi vakaların görülmemesi neredeyse imkânsız gibidir. Osmanlı
Devleti de bu tip kalkışmalarla zaman zaman karşılaşmıştır haliyle. Osmanlı
bürokrasisi en başından beri her ne kadar pratikte böyle görünmese de merkezi
bir devlet çizgisi üzerinde politikalar üretmiştir. Dolayısıyla merkezi
otoriteye karşı ihanetler en sert tedbirlerle önlenmiştir. Hatta bu yüzden bir
dönem sadece devşirme kökenli isimlerin bürokrasinin en üst noktalarına
gelebildiklerini görüyoruz.
Tabi
burada yeniçeri isyanlarını ayrı bir kefeye koymak lazım. Tahttan indirilen
padişahların yeniçerilere karşı çaresizliği uzun sürmüştür maalesef. Bizde de
darbe geleneğinin payandası tarihin bu noktaları. Onun dışında Anadolu’da çıkan
isyanlar devrin şartlarında zaman zaman zor kullanılarak, zaman zaman da bazı
eşkıya liderlerini önemli makamlara getirmek suretiyle bastırılmış, daha fazla
huzursuzluğun çıkması engellenmiştir.
Batılılar, Osmanlı’nın kullandığı “devşirme sistemi”nden bugün
olanca gücüyle yararlanırken bizim “devşirme sistemi”ni kullanamayışımızı neye
bağlıyorsunuz? Üstüne bir de “beyin göçü” diye bir derdimiz var. Osmanlı’nın
yöntemiyle bugünkü uygulamaları harmanlayarak bunun üstesinden nasıl
gelebiliriz?
Osmanlıların
kullandığı devşirme sistemi ile bugün Batılıların, aslında daha çok
Amerikalıların uyguladığı politikanın birbirinden farklı olduğunu söylemek
gerek. Lakin belirttiğiniz gibi “beyin göçü” kavramı ile aynîleştirdiğiniz
devşirme sistemini biz günümüzde uygulayamaz mıyız? Bu tamamen bir imkân
meselesi.
Amerika
bugün gelişmekte olan ülkelerden birçok öğrenciyi kabul ediyor, birçoğunu da
mezuniyetlerinden sonra iyi şartlarda istihdam ediyor. Devletinizin sahip
olduğu ekonomik imkânlar yükselir, bürokratik vizyonla buluşur, uzun vadede
geleceğinize yönelik bir plan program yaparsanız ancak bir yerlere varabilirsiniz.
Sanırım
Türkiye’ye gelen birçok yabancı öğrenci var. Marifet onları burada
tutabilmekte. Maarif sistemimizi her seçim döneminde baştan aşağı değiştirmeye
kalkarsak ileriye dönük hedeflerimizi gerçekleştirmemiz mümkün olmaz. Tabi önce
hedefleri belirlemek lazım. Uzun mesele anlayacağınız.
Osmanlı’da sanatkârlar, icra ettikleri sanatı Cenab-ı Hakk’a
ulaşabilmenin bir amacı olarak görmüşler. İslam ahlakı ile yoğrulan ve uzun
süre devam eden bu sanat algısını günümüzde neden göremiyoruz? Benzeri
uygulamalar için neler yapmamız gerekir?
Cevap,
sorunuzda saklı aslında. Sanatı Cenab-ı Hakk’a ulaşabilmenin bir amacı olarak
görmek. Tüm mevzu bu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
deyişiyle cedlerimiz sadece inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı. Bu zaviyeden
bakabilenler ancak geçmişte vücuda getirdiğimiz sanat eserlerini kavrayabilir,
anlayabilir. Bu anlayış insanoğlunun kendini tabiatın hâkimi değil sadece bir
parçası olduğuna iman etmesi, dolayısıyla hayatı her parçasıyla bir bütün
olarak görmesiyle doğrudan ilgili. Bunun tasavvufi tarafı olduğu gibi
epistemolojik tarafı da var.
Birkaç
orijinal eserin dışında bugün geçmişimizin o parlak eserlerini sadece taklit
ediyoruz ne yazık ki. Bu durumun yaşanmasında dış dinamiklerin de etkisi
yadsınamaz elbette. Batıya eklemlenmeye çalıştığımız tarihten bu yana sadece
sanatta değil her alanda bir şahsiyet, zihniyet kaybı yaşadık, yaşıyoruz. Çıkış
yolu bana sorarsanız kendimize dönmemizde. Yerli ve milli bir duruş
sergileyebilmekte. İnşallah bunu başarabiliriz.
Yazılarınızın içinde geçmişte yaşanan aşk evliliklerinden kısa da
olsa bahsetmişsiniz. Buradan hareketle Osmanlı’da kadınların 19. yüzyılda
sosyal hayatta görünmeye başlamasını modernleşme ekseninde nasıl yorumlarsınız?
Osmanlı
toplumu din ve örflerle örülü bir gelenek anlayışı içerisinde yaşıyor. Bu,
gayrimüslimler için de geçerli. Bu yapı Tanzimat ile beraber ciddi bir dönüşüme
maruz kaldı. Oluşan bu yeni düşünsel yapı önce eğitimli üst düzey çevrelerin
özel yaşamında kendini gösterdi. Yani devlet kurumlarında hedeflenen modernleşme
– ya da Batılılaşma diyelim isterseniz- beraberinde sosyal hayatı de
etkiledi. Etkilememesi kaçınılmaz zaten. “Batının teknolojisini alalım ama
İslam dairesi içerisinde hayatımızı idame ettirmeye devam edelim” düşüncesi çok
naif bir düşünce.
Bu fikri
19. asrın sonunda birçok İslamcı münevver savundu ama beyhude bir çaba olduğu
sonradan anlaşıldı. Kadınların sosyal hayatta görünmeye başlaması da böyle bir
sürecin doğal sonucu. Hatta bunu ilk olarak mesire yerlerinde yaşanan
değişimden anlıyoruz. Bir zamanlar kadınların ve erkeklerin birlikte
dolaşmalarının kesinlikle yasak olduğu mesire yerleri, belki de bu değişim
sürecinin bir sonucu olarak artık kayık âlemlerinin yapıldığı, gece yarılarına
kadar âşıkların birlikte olduğu yerler haline geldi. İslam ahlakına mugayir bu
tarz görüntüler elbette 17 ve 18. yy’da da yaşanıyordu lakin bu kadar ayan
beyan değildi. Şimdi biz bunu modernleşmeyle birlikte yaşanan ahlâki çözülmeye
mi bağlayacağız, yoksa özgürlük alanlarının genişlemesinin bir tezahürü mü
diyeceğiz.
Düşünün,
Osmanlı bürokrasisi, kadın ve erkeklerin bir arada yemek yediği, muhabbet
ettiği yarı resmi bir toplantıyla ilk kez 1829 yılında İngiliz elçiliğinde
karşılaştı. Sonra ne oldu? Bu hadiseden yaklaşık 30 yıl sonra Paris elçiliğimiz
Fransa’da büyük bir balo düzenledi. Değişimi anlamamız için bu örneği verdim.
Modern hayat algısı sadece üst tabakada olup biten şeyler olarak kalmıyor,
içtimai alanda da er geç karşılığını buluyor ve insanların sosyal hayattaki
beklentilerinin değişmesine neden oluyor.
İkinci
Meşrutiyetin ilanından sonra kurulan Müdâfaa-i Hukûk-u Nisvân Cemiyeti’nin
(Kadınların Haklarını Savunma Derneği) kadınların çalışma yaşamına katılması
için çeşitli çalışmalar yürütmesi, hatta 1913’te Müslüman Osmanlı kadınlarının
ilk kez bir kamu kuruluşuna girmesini sağlaması, Cumhuriyetten önce yaşanan bir
gelişme olarak dikkat çekici.
Son olarak şunu söyleyelim; artık son halife Abdülmecid’in kızlarının resmini ilk kez görenler
hayretler içinde kalmamalı.
Murat Kutlu, Sıradışı Osmanlı,
Hayy Kitap


