Geçmişten günümüze Türkiye’de sivil kuruluşlar ve din eğitimi


Yaygın Eğitim ve Kültür Derneği (YEKDER), geçtiğimiz günlerde Sivil Din Eğitimi Çalıştayı düzenledi. Çalıştayda “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Sivil Kuruluşlar ve Din Eğitimi” ele alındı. 15 Temmuz sonrasında Türkiye’de yaşananlar “din eğitimi” çerçevesinde değerlendirilerek çözüm yollarının arandığı panelde YEKDER yönetim kurulu üyesi Kurtuluş Öztürk,  araştırmacı yazar Erol Erdoğan ve başbakanlık başdanışmanı Necdet Subaşı birer konuşma yaptı.

Yaygın Eğitim ve Kültür Derneği (YEKDER), 26 Kasım 2016 Cumartesi günü Sivil Din Eğitimi Çalıştayı düzenledi. Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Sivil Kuruluşlar ve Din Eğitimi” başlıklı panel ile başlayan çalıştay dernek merkezinde üç farklı çalışma grubunun toplantıları ile devam etti.

YEKDER Din Eğitimi Akademisi’nin (DEA) açılışının da gerçekleştiği program, YEKDER yönetim kurulu başkanı Yrd. Doç. Dr. Yusuf Alpaydın’ın konuşmasıyla başladı. Açılış konuşmasında Alpaydın, dünya ölçeğinde tarihsel bir inceleme yapıldığında eğitim alanında otantik fikir ve uygulamaların büyük ölçüde sivil bir iradeden ortaya çıktığını söyledi. Kâr amacı gütmeyen veya bürokratik bir mekanizmanın parçası olmayan sivil kuruluşların eğitimde gelişmenin öncüsü olduğunu dile getiren Alpaydın, bu kuruluşlara daha fazla alan açılması gerektiğini ifade etti.

Çalıştayın panel bölümünde başbakanlık başdanışmanı Necdet Subaşı, YEKDER yönetim kurulu üyesi Kurtuluş Öztürk ve araştırmacı yazar Erol Erdoğan konuşmacı olarak yer aldı. Moderatörlüğünü Yrd. Doç. Dr. Emine Keskiner’in yaptığı panelde ilk olarak Kurtuluş Öztürk devlet ve din eğitiminin tarihsel ilişkisini ele alan konuşmasını gerçekleştirdi. Devlet ve sivil toplumun bir makasın iki ucu gibi olduğuna dikkat çeken Öztürk, makasın dengede olmasının önemli olduğunu ifade etti. Bir sivil din eğitimi oluşumu olarak İlim Yayma Cemiyeti özelinde konuşmasına devam eden Öztürk, cemiyetin kurucu kadrosunun çeşitliliğinden hareketle sivil oluşumların farklılıklarının niteliği artırmadaki önemine vurgu yaptı.


Soldan Sağa: Emine Keskiner, Erol Erdoğan, Necdet Subaşı, Kurtuluş Öztürk

Ailenin yerini doldurmak isteyen tüm “abla” ve “abi” oluşumları sorunludur

Araştırmacı yazar Erol Erdoğan, toplumda devlet, sivil toplum kuruluşları ve halk olmak üzere üç tip din anlayışının bulunduğunu belirtti. Eğitimin toplumda kültür olarak yer alması gerektiğini ve dinin de bu kültür içerisinde yaşanır halde bulunması gerektiğini söyleyen Erdoğan, çocuğun aileden koparılmaması gerektiğini, ailenin yerini doldurmak isteyen tüm “abla-abi” oluşumlarının problemli olduğuna dikkat çekti. Geniş ailenin çocuğun gelişimi üzerindeki etkisine değinen Erdoğan, sivil din eğitiminin toplumun kültürel kodlarını ihya etmeye yönelik güçlenmesi gerektiğini vurguladı.

Panelin son konuşmacısı olan Necdet Subaşı, cemaatlerin hep birlikte hareket ederek daha iyiye hizmet etmek yerine birbirleriyle çatışma ortamında olmasının büyük bir hata olduğunu ifade etti. Subaşı, konuşmasını sivil din eğitiminin; devleti gözden çıkarmayan, devlet ile içiçe ama devleti denetleyen bir dil ile konuşulması gerektiğini belirterek sonlandırdı. Soru-cevap kısmının ardından gerçekleşen hediye takdimiyle çalıştayın panel bölümü sona erdi.

Farklı kültürlerde sivil din eğitimi modelleri tartışıldı

Programın ikinci bölümünde sivil din eğitiminin farklı yönlerinin konuşulduğu üç farklı konuda ikişer oturum gerçekleştirildi. YEKDER dernek merkezinde gerçekleşen oturumlarda farklı coğrafyalarda sivil din eğitimi çalışmaları, Türkiye’de alternatif din eğitimi programlarının durumu ve geleceği, din eğitiminde sivil aktörler ve devlet ilişkisi gibi meseleler tartışıldı. Oturumlarda Türkiye’de geniş yelpazede çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri akademisyenler ve Diyanet temsilcileri yer aldı.

İlk oturum olan “Farklı Coğrafyalarda Sivil Din Eğitimi Çalışmaları” başlıklı oturumda sivil din eğitiminin dünyadaki örnekleri konuşuldu. Özelde Almanya, Amerika, İngiltere, İskoçya, Kırgızistan ve İran’daki örneklerin incelendiği oturumda farklı inanç ve kültürlerde oluşan modellerin güçlü ve zayıf yönleri ortaya konularak iyi örneklerin Türkiye’ye uyarlanabilirliği tartışıldı.

Program, verilen aranın ardından “Türkiye’de Alternatif Din Eğitimi Programları” başlıklı ikinci oturumla devam etti. Bu oturumda, din eğitiminde devletin etkinliğinin arttığı bir dönemde medrese, dershane vb. isimlerle adlandırılan alternatif din eğitimi programlarının mevcut durumu ve geleceği meseleleri incelendi.

Çalıştayın son oturumu olan “Din Eğitimi’nde Sivil Aktörler ve Devlet”başlıklı oturumda din eğitimi faaliyetlerinde cemaat, tarikat ve sivil toplum kuruluşları ile devletin rolleri, işbirliği ve sınırları meseleleri ele alındı. Bu oturumda devletin garantörlüğünde sivil toplumun din eğitimi faaliyetlerinde öncü olması gerektiği vurgulandı. 15 Temmuz sonrası din dilinin tahrip edilmiş olmasına dikkat çekilerek, sivil toplum aracılığıyla yeniden bir inşa ve ihya sürecinin başlatılması zorunluluğu dile getirildi.



Geçmişten günümüze Türkiye’de sivil kuruluşlar ve din eğitimi

Sivil Din Eğitimi Çalıştayı’nın ilk konuşmacısı YEKDER yönetim kurulu üyesi Kurtuluş Öztürk“Geçmişten Günümüze Türkiye’de Sivil Kuruluşlar ve Din Eğitimi” başlıklı tebliğinde klasik dönemden Osmanlı’ya, Osmanlı’dan günümüze kadar yaşanan süreçleri inceledi. Öztürk’ün konuşmasında öne çıkan başlıklar şu şekilde:
*
Din eğitimi “sivil kişi ve kurumlar eliyle mi verilsin, yoksa kamu / devlet eliyle mi verilsin”meselesi döneme göre farklı şekillerde seyir izlemiştir. Din eğitiminde bu iki aktör zaman zaman birlikte zaman zaman da çatışan taraf olabilmişlerdir. Çatışmanın yönü ise çeşitlilik göstermektedir. Bazen sivile karşı kamu otoritesi, bazen de kamu otoritesine karşı sivil unsurlar mücadele içine girmiştir.

Din eğitimindeki sivil kuruluşlar ile kamu otoritesi ilişkisini etkileyen faktörlerden birisi de zamandır. Klasik dönem, modern dönem ve cumhuriyet dönemi olarak üç farklı zaman diliminden ve ona bağlı olarak gelişen ilişki şeklinden bahsedilebilir. Kamu otoritesi ve sivil oluşumlar arasındaki mesafenin açılması genellikle krize sebep olurken; kamu ve sivil alan arasında uyum sağlandığı zamanlarda ise üretilen bilgi, mevcut paradigmanın tahkim edilmesini getirecek sonuçlar doğurmuştur.

İslam’ın klasik döneminde kamu otoritesi ile sivil oluşum arasındaki gerilim ve yakınlaşma konusunda değinilecek ilk örnek Nizamiye Medreseleri’dir. İslam toplumu içerisinden çıkan ve Hasan Sabbah’la sembolleşen Batınilik hareketinin, dinin esaslarını tahrip edecek bir öğretiyi yaygınlaştırma çabası içine girmesi üzerine, kamu otoritesi onunla mücadele için 1067 tarihinden itibaren Nizamiye Medreseleri’ni kurmuştur. İslam toplumunun iç bünyesinde ortaya çıktığı ve kamu otoritesi dışında geliştiği için Batınîlik hareketini iç paradigmanın ürettiği sivil kökenli sapkın bir hareket olarak tanımlamak mümkündür. Bunun din üzerindeki tahribatını ortadan kaldırmak için kamu otoritesinin girişimiyle din eğitiminde kurumsallaşmayı getiren en önemli sıçrama yaşanmıştır. Bir yönüyle kriz yeni bir imkâna dönüşmüştür.

Kamu ve sivil iradenin yakınlaşmasında Fatih ve Süleymaniye Medreseleri uygun örnek olarak görülebilir. Kamu otoritesi ve toplumun uyumluluğu, benimsenen dini hayatın tahkim edildiği, bilginin zenginleştirilerek yeniden üretildiği kurumlar olarak hizmet vermişlerdir. Hem siyasal alan hem de toplumsal yapı kendisini tahkim etmiş, yani iç paradigma güçlenmiştir.
Modern dönemde ise ağırlık olarak dış paradigmanın getirdiği problemlere karşı yeni bir din eğitimi modeli ortaya çıkmıştır. Klasik dönemde, dini merkeze alarak yürütülen eğitimin temel amacında değişme yaşanmış; eğitim, “bu dünyada pratik faydası olan bilgileri edindiren bir sisteme” dönüştürülmüştür. Artık marifet odaklı, hikmeti yok sayan veya geri plana iten bir eğitim anlayışı benimsenmiştir. Bu durum eğitim açısından felsefi boyutta çok büyük bir kırılmadır. Bu kırılma din eğitiminin de köklü dönüşümler geçirmesini beraberinde getirmiştir.
Din eğitiminin yönü sadece İslami ilimlerin öğretilmesi üzerinden değil de, modern bilimin salvolarına da karşı koyabilecek yetkinlikte, Müslüman genç şahsiyetin inşası şeklinde evrilecektir. Bu şahsiyet inşası hem devlet projesi hem de sivil birey veya sivil kurumlar üzerinden yürütülmüştür.

Modern Batının dünyanın geri kalan bölgelerinde fiili istilalarının arttığı 18 -19. yüzyıllar boyunca modern eğitim kurumları da paralel olarak - Batı dışı toplumlarda-  hızla yayılarak yeni bir birey ve toplum inşa etmeye başlamıştır. Bu istilaya / dönüştürmeye maruz kalan devlet, klasik din eğitimi veren kurumlar yerine Batı tarzı örgütlenmiş, ancak bir taraftan da yerli bir zihin inşası için çaba gösteren yeni eğitim kurumları üzerinden bir eğitim politikası geliştirmeye çalışmıştır.

Artık bilginin kaynağının vahiy olarak mutlak surette kabul edildiği, eğitim kurumlarında dini bilginin birey ve toplum hayatını nasıl daha iyi bir duruma getirebileceği anlayışıyla eğitim yapıldığı dönem geride kalmıştır. Bu sebeple din eğitimi artık dini bilginin aktarılmasından öte bir medeniyetin bireyini inşa etme vazifesini görmeye başlamıştır. Bu bireye verilecek bilgi, hem dış paradigma kökenli tehditlere karşı koyacak; hem kendi medeniyetinin, inancının birikimini aktaracak; hem de bu iki alanın beslediği bir şahsiyet olarak bireyi yeniden inşa edecektir. Bütün bu gerekçelerden dolayı klasik müesseseler varlığını korumakla birlikte itibarını ve nüfuz alanını sürekli kaybetmiştir.



II. Abdülhamid döneminde sivil din eğitimi çalışmaları

Dış paradigmanın ürettiği problemler ve kamunun buna karşı koymasına II. Abdülhamid’in açtığı okullar örnek olarak verilebilir. Bu okullar ülkenin dört bir yanını saran yabancı okullarla mücadele etmeyi, bir yandan da kendi sistemini etkin kılmayı hedeflemektedir.

II. Abdülhamid’in açtığı liseleri konu alan önemli bir çalışmayı zikretmek gerekir. Benjamin Fortna’nın birincil kaynaklara dayanarak hazırladığı “Mekteb-i Hümayun” adlı eseri, bu okulları oldukça yetkin ve adaletli bir yaklaşımla ele almaktadır. Fortna’nın dediği gibi “Hamidiye hükümeti Batılılaşma uğruna Batılılaşmanın pasif bir taklitçisi olmak yerine, Osmanlı okullarının yerel icaplar doğrultusunda şekillenmesini istemektedir”. “Batı’nın zararlı etkisini azaltmak için eğitim içeriğinde Avrupalı ve laik olan materyallerin yerine Osmanlı ve İslam geleneği ile uyumlu olanları” getirmeyi istemiştir.

Bu dönemde “Kimin eğitiminin hâkim olacağı” konusunda yoğun bir mücadele yaşanmıştır. Bu mücadele çok yönlüdür. Bir yandan modern ihtiyaçların zorladığı eğitim içerikleri kazandırılmak istenmekte; diğer yandan askeri, diplomatik, ekonomik, ideolojik ve kültürel alanlardaki saldırılarla mücadele edilmeye çalışılmaktadır. Bütün bunlara ilave olarak da yerli bir insan modeli ortaya çıkarmaya gayret edilmektedir.

II. Abdülhamid, yüksek standartlı yabancı okullara giden ve önemli ölçüde yabancılaşma yaşayan Müslüman çocuklarının ihtiyaçlarını karşılayabilmek için lise eğitimini – önceliği yabancı okulların güçlü olduğu yerlere vererek- bütün Osmanlı vilayetlerine yaymıştır. (Beyrut örneği…) Ancak, ülkenin içinde bulunduğu askeri, ekonomik, siyasi krizler sebebiyle istediği neticeyi alamamıştır.

Abdülhamid, batmış, iflas etmiş bir devlette tüm coğrafyada, tüm vilayetlerde lise çalışması yapıyor. Öncelikle Batılıların okul açmış olduğu vilayetleri merkeze alarak oralarda özellikle Müslüman çocukların bu okullara gidip topluma yabancılaşmış bir şekilde yetişmelerinin önüne geçmek için aynı kalitede okullar açmak için mücadele ediyor. Tabii imkânlar sınırlı. Mesela Beyrut Amerikan Koleji’nin yıllık bütçesi Osmanlı Devleti’nin tüm Beyrut vilayetindeki maarif harcamalarına ayırdığı bütçenin daha üzerindedir. Durum böyle olunca sizin bununla yarışabilir olmanız bir yere kadar söz konusu oluyor.

Osmanlı modernleşme döneminde sivillerin yürüttüğü dini çalışmalar

Osmanlı modernleşme döneminde dışarıdan gelen probleme karşı koymak için sivil aktörlerin yürüttükleri çalışmalar göze çarpıyor. Burada Cemiyet-i İlmiyeler zikredilebilir. Cemiyet-i ilmiyeler, vakıf sistemi gibi iş görmek isteyen bugünkü derneklere, sivil toplum kuruluşlarına daha çok benzeyen dernek statüsünde kurulmuşlar. Bunlar da Müslüman şahsiyetlerin yetişmesi için yüzlerce özel okul açıyorlar. Müslümanlar tarafından bu okullar açılıyor ve finanse ediliyor. Bunlardan bir tanesi özel olarak zikredilmeli: Cem’iyyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye.

Bu kurum halk mektepleri açıyor. Çok sayıda ders kitabı yayınlıyor ama onun ötesinde Müslümanların kurduğu modern bir okul çalışması ortaya koyuyor. Bu okul da Daruşşafaka Sultanisi (Lisesi). Dönemin hakikaten en üst düzeyde eğitim veren, müfredat olarak en yetkin okullarından bir tanesi. Dört dilde öğrencilerine eğitim veriyor. İslami ilimlerden fen sahasına kadar son derece yüksek müfredatı var. Bu sivil girişim aynı zamanda devlet otoritesi tarafından da destekleniyor. Okulun arsası bizzat Sultan Abdülaziz tarafından finanse ediliyor. Devlet de bu özel girişimi destekliyor.

Modern bireyle, modernizmle mücadele edecek, kendisi kalmış, kendi şahsiyetini korumuş bireyi yetiştirme çalışmaları Osmanlı’nın sonuna kadar devam ediyor.



Mehmed Akif’in teklifi

1918 ile 1924 yılları arası “araftaki yıllar”dır. Bu dönem Osmanlı fiilen yıkılmış; bir taraftan savaşlar devam ediyor bir taraftan da yeni bir devlet organize edilmeye çalışılıyor. Bu 6 yıllık zaman dilimi biraz kaosun biraz arayışın birlikte yürüdüğü bir dönem. Bu dönemde yerli İslamcı unsurlar yeni kurulacak olan devlete kendi tekliflerini yapıyorlar. II. Meşrutiyet döneminde o fikri arayışlar içerisinde yerli İslamcı fikir adamlarının toplanmış olduğu en önemli yayın organlarından birisi Sebilürreşad Dergisi. Sebilürreşad’ın başyazarı Mehmed Akif, Safahat’ın 6. kitabındaki “Asım” şahsiyetini 1919-1924 yılları arasında kaleme alıyor. Yani kaos yıllarında yeni kurulacak olan devlete bir model birey teklifi yapıyor. Tabii, sivil aktörlerin yapmış olduğu bu teklif, kamu tarafından uygulanmak üzere ortaya konuyor.

Şiir formatında, teatral tarzda kaleme alınan eserde Akif, geleneksel ile modern birikimi eleştirel bir şekilde silkeliyor. Sonra bunların ikisini bir araya getirilmesiyle bir şahsiyet inşasına soyunuyor ve teklifini oluşturuyor. Asım, hakikaten toplumsal duyarlılığı yüksek bir bilince sahip. Problemlere müdahil olabilecek cesarete, iradeye sahip; bedenen güçlü ama bilgi birikimi olarak da marifet ile hikmeti birlikte yüklenmiş çift yönlü bir şahsiyet olarak inşa ediliyor. Bu hayal inşa süreci 1925 yılıyla birlikte yarım kalıyor. Bunlar rafa kaldırılıyor.

Saklanarak yürütülen din eğitimi

1925-1950 arası “yabancılaşma dönemi”dir çünkü bu dönemde eski döneme ait olduğu düşünülen bütün eğitim kurumları tasfiye edilmiştir. Din eğitimi anlamında ciddi bir eğitim ne özel kurumlarda verilmiş ne de bunun kurumsallaşmasına fazla müsaade edilmiştir.

Bu dönemde din eğitimi nasıl yürümüştür? Büyük oranda taşra uleması ve tasavvuf çevreleri tarafından “saklanarak” yürütülmüştür. Bu kavramın altı özel olarak çizilmeli. Çünkü saklanarak yürütülen din eğitiminde siz kendi varlığınızı yeteri kadar gösteremezsiniz. Yani zor durumda imanın kalbe çekilmesi gibi bir şeydir bu. Ayakta kalmaya, varlığınızı sürdürmeye çalışırsınız. Tabii saklanarak yürütüldüğü için ekonomik kaynaklardan ve statüden de yoksun olarak din eğitimi bu dönemde sürdürülüyor.

Bu dönemde devlet okullarında din eğitiminden arındırılmış bir müfredatın uygulandığı görülüyor. 1929-1930-1931 yıllarının tarih ders kitaplarına bakıldığında bu Fransızlaşmışlık çok barizdir. Diğer anlatılan hikâyeler yok sayılabilir ama ders kitapları ortadadır. Tüm bunları herkes görebilir.

Türkiye’de din eğitiminde sivilleşme

1950’den sonra siyasi ortamda bir yumuşama söz konusu oluyor. Bu yumuşamayla birlikte tekrar o hikâyesi yarım kalmış olan aktörler yani “araf yılları”nda teklif sunmuş olanlar, “yabancılaşma dönemi”nde çok fazla ortaya çıkamamış olanlar; 1950’den sonra buldukları fırsatta tekrar kendi tekliflerini ortaya koyuyorlar. Cemiyet-i İlmiyeler gibi sivil toplum kuruluşu olarak İlim Yayma Cemiyeti’ni kuruyorlar. İlim Yayma Cemiyeti 68 kurucudan oluşuyor. 

Kuruculara şöyle biraz daha yakından bakıldığı zaman görülen, hem Osmanlı’yı ayakta tutmaya çalışan hem de Milli Mücadele’yi verip Anadolu’da bağımsız bir devleti teşekkül ettirmeye çalışan yerli aktörler tarafından kurulmuş bir kurum olduğudur. Bu kurumun içerisinde esnaf, bürokrat, asker, sivil, memur hayatın farklı alanlarından insanların yer aldığını, toplumsal mutabakatla işlerin yürütülmeye çalışıldığını görüyoruz. Bunlar tekrardan kendi tekliflerini ortaya koyarlar. Marifet ve faziletin birlikte yürütüleceği bir eğitim sisteminin ihdas edilmesini talep ve teklif ediyorlar. Sivil unsurlar devlet içerisinde kendileriyle aynı düşünen hükümet mensuplarıyla -burada Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri zikredilmeli- birlikte ilk imam hatip okulunu kuruyorlar. İlim Yayma Cemiyeti 11 Ekim 1951’de, bir hafta sonra da yani 17 Ekim 1951’de de ilk imam hatip lisesi, İlim Yayma Cemiyeti’nin himayesinde kurulmuş oluyor. 

Cemiyetin tüzüğüne bakıldığında “milli manevi değerlerine bağlı bir toplumun yetiştirilmesi” hedefleniyor. Hedef olarak tüm toplumu seçmişler, mesajlarını ve dönüşüm etkilerini tüm toplum üzerinde tasarlamışlar. 100’ün üzerinde imam hatip lisesi yapıp süreç içerisinde zaten bunu milletin çocuklarının hizmetine vermişler.

Saklanan din eğitiminin görünür kılınması

Kurulan imam hatip okullarının yatılılık oranlarına da dikkat çekmek gerek. Bir okul yatılı olduğu zaman toplumsal dönüşüme çok daha hızlı ve etkili katkı yapabiliyor. İmam hatip okullarının yatılılık kısmıyla bu okulların üç önemli dönüşüme sebep olduğu ifade edilebilir: Bunlardan bir tanesi, o dönem nüfusun % 80’i köylerde yaşıyor. Anadolu çocuklarının şehre ulaşması, şehirleşme sürecini tamamlaması, eğitim alarak sistemin içerisine girmesine imkân sağlıyor. İkincisi, ötekileştirilmiş olan dindar kitlelerin tekrar eğitim yoluyla hayatın içerisine katılmasına imkân sağlıyor. Üçüncüsü, belki kuran aktörlerin bile hesaplamamış olduğu muhteşem bir sosyal network oluşturuyor.

İmam hatipler ve devamında kurulan yüksek İslam enstitüleri ile birlikte yeni yetişen nesiller toplumdaki problemlere Müslümanca çözüm arayışları içerisine giriyorlar. Çözüm arayışlarında diğer İslam ülkelerinde ne var ne yok diye oralara göz atabiliyorlar ve siyasetten bürokrasiye, ekonomiden akademiye kadar hayatın birçok alanında bulunup, dönüştürücü etkiye sahip oluyorlar.

Bu, kamu ile beraber yürüyen okulun meşruiyetinin sağlanmış olmasıyla saklanan din eğitiminin görünür kılınması çok önemli. Çünkü görünür olduğunuz andan itibaren, bir, meşruiyetiniz sağlanmış oluyor. İki, kaynaklara ulaşmış oluyorsunuz. Üç, statü elde ediyorsunuz. Statü elde ettiğinizde yaygınlaşma imkânınız ve dönüştürücü etkiniz ister istemez fazlalaşıyor. Bir diğer önemli şey de eleştiriliyorsunuz ve bu eleştirilere cevap geliştirmek zorundasınız. Bu da sizi zamana uygun hâle getiriyor, diri tutuyor. 

Din eğitimi kimsenin insafına bırakılmayacak kadar kıymetli

Peki, sivil-devlet ilişkileri nerede olmalı? Makas açıldığı zaman sapma, gerilim artıyor; bu net. Makas daraldığında, bu ikisi uyumlu çalıştığında ülke daha güçlü bir şekilde ileri gidiyor, din eğitimi daha sağlıklı bir hâle geliyor. Baskı olmadığı zaman din eğitimi şeffaf bir şekilde yürüyebiliyor, hesap verilir bir hâle geliyor. Hesap verdiği için de daha güçlü bir şekilde devam ediyor.

Sivil toplumun birikiminden yaygın bir şekilde ifade edilmesi için kamuyla mutlaka işbirliği içerisinde olması gerekir. Bunlar birbirinin rakibi, birbirlerini etkisizleştiren kurumlar değil tam tersi birbirlerine destek olan, birbirlerini tamamlayan kurumlardır. Ancak bu işbirliği süreci kesinlikle sivil aktörlerin kamunun emri altına girip, özgünlüğünü ve özgürlüğünü yok eden bir ilişki biçimine asla ve kat’a dönüştürülmemelidir. Son cümle olarak da din eğitimi hiç kimsenin insanına bırakılmayacak kadar kıymetli ve kritik bir alandır.



Devletin istediği dindarlık

Çalıştayın ikinci konuşmasını sosyolog yazar Erol Erdoğan yaptı. Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne felsefi bir çerçeve çizerek başladığı konuşmasına bugün yaşadığımız problemleri analiz ederek şöyle devam etti:

“Türkiye Cumhuriyeti devleti, kurulduktan sonra bir vatandaşlık tanımı yaptı. Bu vatandaşlık tanımının dört tane temel ayağı olduğunu görüyoruz. Bir, Türk olacaksın. Ben Türküm. İkincisi, Müslüman olacaksın. O bende de var. Yetmez! Üç, Sünni olacaksın. O bende de var. Dördüncüsü de laik olacaksın. O bende yok. Bu vatandaşlık tanımına uymayan insanları bir standart hâle getirmeye çalıştı. Bunu da büyük ölçüde eğitim sisteminin eliyle yaptı.

Ezberlediğimiz bir şey vardır; “devleti koruma ve kollama görevinin orduda olduğu” çok zikredilir ama aslında Türkiye Cumhuriyeti ideolojik bir ulus devleti olarak rejimi kollama ve koruma görevini eğitim sistemine yüklemiştir. Zaten Atatürk devrimlerinin önemli bir kısmı eğitimle alakalıdır. Aynı zamanda laiklik prensibinden dolayı da dini hayat olumsuz etkilendiği için burada Türkiye’deki insanlar doğal olarak hem din eğitimini hem dini yaşama alanını bir anlamda devletin kamu alanından çekilip sivil alanda yürütmeye başladılar. Gizli yapılan hafızlıklar, dini eğitimler vs. Bu işin sonunda evet, devlet kendisini laik tanımlıyordu ama dini eğitim alanını da boş bırakmıyordu. Sonuçta Müslüman olmayı bir kimlik olarak ortaya koysa bile bu devletin istediği şekilde Müslümanlık olması gerekiyordu. Yani devlet, Türklük, Müslümanlık, Sünnilik, laiklik tanımını kitaba ya da vatandaşın istediğine göre bırakmamış, kendi tanımladığı şekilde oluşturmuştur. “Sen Müslüman olabilirsin ama bu senin istediğin gibi değil benim istediğim gibi olacak” diyordu.

Türkiye’de üç farklı din anlayışı ortaya çıktı

12 Eylül’den sonra hapishanedekilerin içerisinde zulüm görenlerden bir tanesi de kendilerini Türkçü/ülkücü olarak tanıtan insanlardır. Devlet Türkçülüğü esas almakla birlikte onların da, sınırı aşan bir Türkçülük yaptıkları iddiasıyla, tırnaklarını çekmiştir. Çünkü devletin tanımladığı Türklük, Müslümanlık, Sünnilik ve laiklik tanımı kitapta olan veya bizim anladığımız değil, devletin kendi ideolojisinin tanımladığı bir şeydir. Bu çerçevede farklı bir refleks olarak büyük dedelerimiz din eğitimini kendi uhdelerine aldılar. Bu aslında aynı zamanda dinin korunmasıdır. Bir ölçüde dinin tahrifini de, reforma tâbi tutulmasını da önlemiştir. Bütün o 100 yıllık baskıya rağmen baskı kalktıkça, demokrasi geldikçe, çok partili hayata geçtikten sonra kendimizi özgür hissetmeye, benliğimizi ortaya koymaya, daha önce oluşturduğumuz çift dillerden vazgeçip kendimizi daha açık bir şekilde izah etmeye başladık. Ama bu arada bütün bu süreçlerden sonra üç tane dini yaklaşım ortaya çıktı: Birincisi devletin din anlayışı. İkincisi, sivil toplum kuruluşlarının din eğitimi ve anlayışı. Üçüncüsü, halkın din anlayışı.

Her ne kadar başlangıçta halkın din anlayışı, sivil toplum kuruluşlarıyla çok benzer olmuşsa da zamanla bu da farklılaşıyor. Çünkü sivil toplum kuruluşları dediğimiz şey modern ve ideolojik bir yapıdır. 1940-50’lerde halka yakın olan sivil toplum kuruluşlarındaki din anlayışı 90’larda, 2000’lerde ve bu dönem bir ölçüde farklılaşmış durumda. Farklılaşma şu: STK’ların din eğitimi ve din anlayışı biraz daha modern bir çizgiye gitti ve bu anlamda modernizmin hastalıklarını, illetlerini de bünyesine aldı. Halkın din anlayışı da elbette birçok süreçten etkilendiği gibi modernleşme süreçlerinden etkileniyor. Sonuçta üç ayrı din anlayışı ve din eğitimi şu anda sokakta yürüyor: Devlet, sivil toplum kuruluşları ve halk. Bütün bunlar dışında bir de Kur’ân’da ve hadiste karşılığını bulan din anlayışı var. Bu üç din anlayışı (devlet, STK, halk) ne kadar fıtrata ve hakikate uygun din anlayışına uygunsa o kadar doğru işlevi görüyor.

İmam hatip okullarının sosyolojisini millet oluşturdu

Devlet, kendisini laik tanımlamakla birlikte din alanını boş bırakmadı demiştik. İmam hatipler, din eğitimi tartışmalarının en yoğun alanıdır. İmam hatipler defalarca kapatıldı, açıldı, isimleri değiştirilmek istendi, mezunların üniversitelere girişleri engellendi, yurtları kapatıldı, onlara hizmet veren kurumlara el konuldu vb. uzun bir süreç. Ama bu süreçte vatandaşların imam hatipleri hiç bırakmayışı, bu okulların sosyolojisinin oluşmasına vesile olmuştur. “Türkiye’de imam hatip okulları niye devletin merkezinde kurulmuş bir okulken, devletin merkezinden halkın merkezine doğru geçişi başarabilmiştir?” sorusunun cevabı şu: Bu okulların sosyolojisini, bu okulların toplumsal karşılığını millet kendisi oluşturmuştur. Anadolu’da kurulan okulların yurtlarını yapmak, iaşelerini temin etmek, hatta öğrencisi azalan okullara köy köy gezip öğrenciler getirmek, o öğrencilere sahip çıkmak bu okulların toplumsal karşılığını oluşturdu. Zaten imam hatip okullarının bugüne kadar yaşıyor olması, zaman zaman baskılara maruz kalmasına rağmen tekrar ortaya çıkması halkın nezdindeki bu karşılıktan dolayıdır. Köy enstitülerinin, öğretmen okullarının veya benzer cumhuriyet kolejlerinin bir süre sonra kaybolmasının gerekçesi de onların salt bir devlet projesi olarak kalmaları ve halkın nezdinde gerçek bir sosyolojiye kavuşmamış olmalarındandır. İmam hatip okulları tarihi üzerinden baktığımız zaman halk, devletin dini yerine imam hatipler ve Kur’ân kursları üzerinden kendi alanında dini üretmiş oldu.



Bizim STK’ların modern sorunları var

Burada ayırmamız gereken bir şey var. Sivil toplum kuruluşu olmak, sivil tanımı, bizim “din eğitimi” algımız için yeterli bir tanım mıdır? Sivil dediğimiz zaman devlete ait olmaması, bunun bir STK tarafından yapılıyor olması ve halkın bu işin içinde olması akla gelir ki bu tanım bizi kurtarır mı? İstediğimiz şey bu mudur? Devletten çok çekmiş olmanın, devletin baskıcı politikalarından çok zarar görmüş olmanın vesilesiyle “sivil” kavramını çok önemsiyoruz. Buna mercek tutmamız ve eleştiri getirmemiz gerekiyor.

STK’lar modern ve ideolojik yapılar olduğu için, aslında bazı sivil toplum kuruluşlarımızla yaptığımız eğitim faaliyetleri, bizim istediğimiz ya da Allah’ın istediği eğitim faaliyeti dışında olabilir. Çünkü bunlar modern yapılar; modernizmin illetlerinden, hastalıklarından bir şekilde etkilenmiş olma ihtimalleri var.

Hayatın içerisinde birkaç örnek vermek istiyorum: Bütün STK’larımızda ailenin öneminden, mahalle kültüründen, mahallenin dağılmış olmasından bahseder, sürekli şikâyet ederiz. Peki, Türkiye’de biz din eğitimi veren kuruluşlar olarak yaptığımız işlerde ailenin zayıflama ve dağılma sürecine katkı veriyor muyuz, vermiyor muyuz? 10 sene önceydi; bir arkadaşıma “Kurban’da ne yapıyorsun” dedim. “Eşimin ve benim iki hissemiz vardı, vakfımıza bağışladım” dedi. “Keşke bir tanesini bağışlamasaydın, kendin kesseydin, etrafına, akrabalarına, komşularına dağıtsaydın” dedim. “Benim vakfım var, oraya bağışlamam gerekiyor” dedi. “Bir tanesini kesseydin, etrafına dağıtsaydın” dediğimde, “nereden fakir bulacaktım” diye cevap verdi bana.

Bizim yardım kuruluşlarıyla tartıştığım bir konu olduğu için bunu paylaşmak istedim. Oysa bizim dinimiz, örfümüz, kültürümüz, ahlakımız der ki “yakındakini gözet, uzaktakini ihmal etme”. Afrika’daki fakiri ihmal etmeyeceğiz ama alt katımızda oturan komşumuzun evine et girmiyorsa, komşumuz kurban kesmiyorsa onu gözetmek de benim İslami, insani, komşuluk görevim. Arkadaşım iki şeyden; bir, mahalle kültürünün dağılması ve modernleşmiş, şehirleşmiş alt kattaki komşudan haberi yok; ikincisi, bir STK’ya ait olmanın getirdiği sorumlulukla, kurbanı alttaki komşuya değil de kendi derneğine, vakfına götürmek istiyor. Bizim sivil toplum kuruluşlarımız ideolojikleştikleri için bu anlamda sıkıntıları olan kuruluşlarımızdır. Çünkü sivil toplum kuruluşlarımız “Kurbanını bana getir, komşunu boş ver. Ben ona götürürüm” diyor. “Sadakanı da bana getir.” “Ya alt katta komşum var.” “Yok, sen onu bana getir, ben onu senin komşuna götürürüm” diyor. STK’larımızın bu ve bunun gibi modern sorunları var. Mahalle kültürünün yok olması ve ailenin dağılması gibi sorunlara modern STK’lar olarak katkıda bulunuyoruz. Şikâyetçi olduğumuz tablo aslında bizim de oluşmasına vesile olduğumuz, sebep olduğumuz bir tablo.

Eğitim sistemimiz 100 yıldır yarışmacıdır, çatışmacıdır, kariyeristtir

Mesela, çocuklarımıza “değerler eğitimi” veriyoruz. Çünkü dini ve ahlaki yozlaşma var, bir çözüm olarak “değerler eğitimi”ni ortaya çıkardık. Benim önemsediğim bir şey. Ama bugün değerler eğitimi veren tüm kuruluşlara göz attığımız zaman şöyle bir sorunun varlığını görüyoruz: Değerler eğitimi aslında değerlerin ruhuna uygun olmayan birtakım yöntemlerle veriliyor. Türk milli eğitiminin bize kazandırdığı, daha doğrusu ruhumuza zerk ettiği yarışmacılık, çatışmacılık ve kariyer karakterini değerler eğitiminde uyguluyoruz. Eğitim sistemimiz 100 yıldır kariyeristtir, yarışmacıdır, çatışmacıdır. Bunlar İslami değerlere uygun mudur? Değildir. Bizim verdiğimiz “değerler eğitimi” olabildiğince çatışmacı, yarışmacı ve her şeyi ödüllendirme peşindedir.

Cemaatler çocukları ailelerinden kopartmamalı

10 yıl önce Kayseri’de bir imam arkadaşımızın haberi çıkmıştı. 100 vakit namaza giden öğrencilere bilgisayar hediye ediyordu. Eyvah dedim! Bu model bir virüs gibi bütün Türkiye’de yaygınlaştı. Birçok cami ve Kur’ân kursu hocası bunu yapmaya başladı. Niye? Çünkü modern eğitimin o yarışmacı ve her şeyi ödüllendirici karakteri böyle öğretiyordu. Hâlbuki ödüllendirebilirsiniz ama çocuğun ruhunu bozmadan, daha doğal olarak, çocuğa riyakârlığı öğretmeyecek biçimde… Kur’ân-ı Kerim’den onları bulup uygulamak yerine o çok modern karakteri aldık ve çocuklarımız üzerinde uyguluyoruz.

Modern cemaatlerin, STK’ların aileyle ilgili problemlerinden bir tanesi şudur: Modern ideolojiler, bir çocuğu, bir genci ailesinden koparmadıkça eğitilmeyeceğine inanırlar. Önce ailesinden yani aidiyetlerinden koparmanın önemini bilirler. Ve onun için de Kemalist sistem Türkiye’de çocukları önce ailelerinden koparmak istemiştir. Çünkü Kemalist sisteme göre biz hepimiz köylüyüz, yobazız, örümcek kafalı olduğumuz için, o çocuğun ailesinden koparılmadan gerçek bir aydın, gerçek bir Kemalist, gerçek bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olamayacağını bildikleri için başlangıçta çocukları aileden koparmayı planlamışlardır. Ve çocukları aileden koparmışlardır. Bunu da yurt sistemleri üzerinden yapmışlardır.

Ailenin yerini “abla – abi” doldurursa problemdir

Maalesef Kemalizm’in bizim ruhumuza uyguladığı işkenceyi zaman zaman içselleştiriyoruz ve onun uyguladığı bazı taktikleri de alıyoruz. Biz de bazı Kur’ân kurslarımızda, imam hatip liselerimizde çocuğu ne kadar aileden kopardığımızın farkında olmadan bir eğitim sistemi uyguluyoruz. Oysa çocuğu aileden kopardığımız andan itibaren oluşan boşluğu başka bir şey dolduruyor. Yani bir ideoloji dolduruyor. Sanal bir kahraman dolduruyor. Bir Facebook arkadaşlığı dolduruyor. Ablalar, abiler dolduruyor. Ailenin yerini herhangi bir abla doldurursa bu problemdir. İster FETÖ’nün ablası doldursun isterse benim ablam doldursun. Çocuğun kendi ablasının, abisinin, dedesinin yerini başka birisiyle dolduruyorsak bu ciddi bir problemdir. FETÖ bundan dolayı çocukları aynı şekilde ailelerinden, aile aidiyetlerinden kopardı ve kendi abilerinin, ablalarının çocukları haline getirdi. FETÖ, aynı zamanda ailelerinden koparılmış çocuklar ve gençler örgütüdür. Hiçbirinin aile aidiyeti, cemaat aidiyeti kadar güçlü değildir.

İslami ilimleri hayatın içinde okutmuyoruz

Dini ilimlerin oluşma iklimi ile modern dönemde dini ilimlerin öğrenilme ikliminin farklılaştığını fark etmeniz gerekiyor. Dini ilimler nasıl oluştu? Tefsir, hadis nasıl oluştu? Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde bir şey oldu ve bir ayet indi. Bir durum yaşandı, Peygamberimiz (s.a.v.)  bir şey söyledi, bir soru soruldu, Peygamberimiz bir cevap verdi. Yani hayatın içerisinde bir İslami ilim oldu. Bugün İslami ilimleri (ilahiyat fakülteleri ve imam hatipler için söylüyorum) hayatın içinde okutmuyoruz. Daha arkaik, daha akademik ilim gibi okutuyoruz. Arşivden öğrettiğimiz için, hayatın içinde olmayan bir ilim dalı olduğu için oradaki öğrenilen fıkıh, tefsir, hadis sokakta, imam camideyken çok fazla işine yaramıyor. Bizim ilahiyat fakültelerinde öğrendiğimiz, öğrettiğimiz ilim dallarının daha hayat dolu olması gerekiyor. Bu nasıl sağlanır? Bunun birkaç tane formülü var. İlahiyat fakültelerinde son 5-6 yıldır felsefe derslerinin kaldırılması gibi yoğun bir tartışma yaşadık. Oysa daha fazla felsefe, sosyoloji, psikoloji olması lazım. Yani okuduğunuz ayet-i kerimeyi, biz, hayata taşıyacak başka bir ilim disipliniyle sentezlediğimiz zaman işe yarayacak.

Bugün ilahiyat fakültesinde okuyan bir insanın Mimar Sinan olma ihtimali yoktur. Mimarlık fakültesinde okuyan birisinin de Mimar Sinan olma ihtimali yoktur. Çünkü birisi seküler mimarlık öğreniyor. ”İslam nasıl bir kent ister? İslam nasıl kent-insan ilişkisi ortaya koymuştur?”, bunu bilmiyor. İlahiyattaki de sadece bir vaiz olarak bunu dillendiriyor. Onun için yıllarca cami kürsülerinden “işçinin alın teri kurumadan ücretini veriniz” hadisi okutulup ama bunu bir iş prensibi olarak sokağa anlatamadığımız için eski kitaplarımızda grevin haram olduğunu anlattık. Bu tarafta “işçinin alın teri kurumadan emeğini verin” hadisini bir iş prensibi olarak hayatın içerisinde uygulamadığımız için, bunu uygulayan insanlara “Yaa sosyalistlik/solculuk yapma!” demek gibi bir durumla karşı karşıya kaldık. Dini ilimleri bu arkaik halden, kütüphane ve arşiv ilmi olmaktan kurtarıp hayatın içerisine taşımamız lazım.

İslam dini ve Peygamberimizin (s.a.v.)’in tebliğine ve hayatına baktığımız zaman, “İslam dini nedir?” diye sorduğunuz zaman benim kafamda 10 tane kavram sıralansa bile iki şeyin öne çıktığını görüyorum: Tevhit ve ahlak. Biz bugün dini ilimleri daha çok fıkıh temelli yürütüyoruz. Fıkıh temelli yürüttüğümüz için de günün felsefi ve ideolojik problemlerine cevap veremiyoruz.”

Bu coğrafyanın sosyolojisini dikkate almak zorundayız

Çalıştayın son konuşmasını yapan başbakanlık başdanışmanı Necdet Subaşı ise, diğer konuşmacıların bıraktığı yerden konuşmasına devam etmek istediğini belirtti. Necdet Subaşı, devlette ve toplumda var olan panik halinin sivil din eğitimi konusuna da yansıdığını ifade ederek, Türkiye’de sivil din eğitimi sorununun nasıl ele alınması gerektiği hususunda görüşlerini paylaştı:

“İmam hatip yıllarında pek çok cemaatin kendi aralarında rekabetlerinden haberdar olduk. Bunların bir araya gelmelerini arzulayan bir duygusallık içinde büyüdük ama bunların bir araya geldiklerini de hiç görmedik. Keşke bunlar birbirleriyle beraber olsalar, enerjilerini ortak yönde kanalize etseler diye düşündük fakat bu yaşıma geldim, ben böyle bir şey görmedim. Belki Ak Parti’nin ürettiği sinerji böyle bir yoğunlaşma, ilgi üretti kendi arasında ama orada da Mustafa Özel’in “Kâr eden şirketler ortaklık yapmaz” sözündeki gibi hepsi ayrı ayrı yollarda kendi güçlerini üretmeye ve derinleştirmeye başladılar. Bunları söylerken, bunları da sivillik karşısında kurulan bağlantıdan yola çıkarak, tu kaka ilan etme durumunda değilim. Bunlar bu coğrafyanın sosyolojisidir. Bu coğrafyanın sosyolojisini dikkate almak zorundayız

Yerimizi bir türlü bilemedik

Türkiye’de oluşturulan dini yapıların hepsinde cumhuriyetin, modernleşme sürecinde dine yönelik tavırlarının etkisi var. Baskıcı ortamların ürettiği tuhaf, sinik, kendi içine kapanmış, çift dilli, kendi kendisini ifade etmekte yer yer zorlanan, özentili, kompleksli bir dini yapı var. Bunları, yani kendi hikâyemizi konuşmamız lazım. Bu kompleks öyle basit bir şey değil. “Çift dillilik” dediğim şey içeride başka dışarıda başka anlamdadır. İçe gelince milli, dışarıya gidince ulusal temaları vurgulayacak şekilde anlamlandırmak vs. Laikliğin herkes tarafından bilinen acıtıcı anlamlarını yok sayarak, yer yer o kelimeye nüanslar vererek, onunla oynaşarak, onu bazen kendi lehimize bazen başkasının aleyhine kullanacak bir düstur üzerinde dolaşmak. Bunu hep yapıyoruz aslında. Bunu yapmamızın nedeni şu: Çünkü yerimizi bir türlü bilemedik. Bu coğrafyada bu sosyolojik zemin içerisinde “din” dediğimiz şeyin nerde durması gerektiği, nereye yayılması, nasıl bir sosyolojik gerçeklikle temasa girmesi konusunda çok da fazla enerjimizi harcadığımız söylenemez. Allah ne verdiyse öyle giden, akşamdan yarına küçük planlarla işi kotarmaya çalışan, uzun vadeli projeleri ya da hesapları olmayan bir havada büyüyoruz.



15 Temmuz’da bu toplum çok tuhaf bir refleksle devletle bütünleşti

“Sivil” kavramı, “sivil polis” kullanımı dışında herkese çok sevimli geliyor. Kendisini sadece Müslüman olarak algılayan kimseler için değil, laik, sosyal demokrat, seküler kesimlerde de bu kavrama çok büyük yatırımlar yapıyorlar. Yani sivil dediğinizde iyi, devlet dediğinizde kötü bir şey… Ben de o sosyolojik litaratürden beslenmiş, devlet konusunda fazlasıyla çekinceleri olan bir insanım. Devletin yutacağını, dönüştüreceğini, bozacağını bilen bir gelenekten geliyorum. Ama garip bir şey oldu, 15 Temmuz’da bu toplum çok tuhaf bir refleksle devletle bütünleşti. Ve tüm sosyolojik tezlerimizin büyük bir bölümü hasar gördü. Mesela bu toplumun tıyneti, duyarlılıkları, davranışları hakkında çokbilmiş tezler ortaya koyan benim gibi insanlar, Murat ve Şahin’den başka arabası olmayan bir apaçinin, devletin ve milletin tehlikede olduğunu bir anda nasıl hissedip, gidip tankın altına yattığını açıklamakta zorlanıyor. Bence sosyoloji teorileriyle haşır neşir olanlar, Türkiye’de birkaç saat içerisinde ortaya çıkan dalgayı doğru bir şekilde anlamanın yollarını bulmak zorundalar. Şahsen ben bunu anlamış değilim.
  
Laikler, sekülerler, bu gece oluşan kalkışma karşısında toplumda oluşan duyarlılıkları küçümseyenler, bu işlere senaryo diyenler; onlarla işimiz olmaz. Ama daha içerde hakikaten vaziyet ettiğini düşündüğümüz, üzerinde çalıştığımızı düşündüğümüz bu toprakların nasıl insan ürettiğini, bu malzemenin Kemalizme, laikliğe, sekülerizme rağmen nasıl oluştuğunu açıklamak zorundayız. Hatta mümkünse hangi cemaatin insan yetiştirme düzeninin bir parçası olduğunu da öğrenmek isteriz. Mesela hangi cemaat bize bu duyarlılığı üreten insan kaynakları üretmiştir, ortaya koymuştur?

Bu toplumun duygusal olduğunu hepimizin bilmesi lazım. Bu toplum tehlikeyi görür ve ona karşı önlem alır. Önleminde de nerede duracağını siz tayin edemezsiniz, bunu siz kestiremezsiniz. Bu coğrafyanın devlet ile toplum arasında gerginliği somutlaştıran ve bunu teorik bir çerçeveye koyan hikâyesi yok. Tüm problem oradan kaynaklanıyor. Bu coğrafyada ben, devletin kontrolünün genişlemesini, hayatın her tarafını kuşatacak bir güce sahip olmasını iyi bir gelişme olarak görüyorum.

Laik bir yöne doğru savruluyoruz

Osmanlı toplumsal yapısında zorlamalarla sivil diyebileceğimiz unsurlar, aslında devlet aygıtının tamamlayıcı bir parçası. Tamamlayıcılık başka bir şey; devlete rağmen, ondan ayrı ve onun dışında olmak başka bir şey. Bugün biraz bunun laik ve seküler atıf zincirinin ürettiği bir gerilimden beslenerek, önce devlet ile toplum arasında hasmane bir ilişki kurmaya çalışıyoruz. Bu hasmane ilişki içinde toplumu gözetip, korurken bile laik bir yöne doğru savruluyoruz. Ben bunun tam tersini düşünüyorum. Devleti de korumak toplumu da korumak ama bunları da birbirine yedirtmemek.

Mevcut durumu analiz edersek, Türkiye’de dini hayatın sahipleri ve aktörleri kimler? Bunları bir sıralamaya tâbi tutmak gerekiyor. Din, dediğimiz şeyi kim konuşuyor? Kimi gördüğümüzde aklımıza din geliyor, kimi gördüğümüzde aklımıza hiç gelmiyor? Bunları da konuşmamız lazım. Birincisi Diyanet. Çok genel bir tanım olarak Diyanet şöyle algılanıyor: Diyanet, devletin laik, seküler kodlarından beslenen dönüştürücü, kovucu, bozucu din perspektifini sahada yaşatan, uygulayan bir araç, devletin ideolojik aygıtı. Böyle algılanıyor. Ama aynı aygıt milyonlarca insanın Cuma namazı için koşturduğu, bayram saatlerinin belirlenmesi için başvurduğu, teravilerinde gidip arkalarında saf tuttuğu imamlardan oluşuyor. Bir çelişki var, onu anlatmaya çalışıyorum. Bunları tutarlı bir şekilde konuşmamız gerekiyor. Aslında çok temelde herkesin zihninde devletle bağdaşık, bütünleşik bir din anlayışı var ama kimse bunu doğru dürüst kamuoyu önünde açıklamıyor.

Bu topraklarda biraz ihmal edilmiş ve dönemsel şartların etkisi altında gerçekleşmiş “devletten uzaklaşma” dönemi var. Devletin biraz kendi haline bırakmış bir hali var ama o kadar da kolay değil. Bu konu da “Ne yaptık biz?” diyebileceğimiz bir durum değil. Çünkü işin içinde 80 yıllık bir trajedi var. Bu trajedi ayrı bir tartışma mevzusu. Bunu söylerken “Niye biz bunu ihmal ettik, niye devleti dışarıda bıraktık?” sorusunu çok anlamsız buluyorum çünkü Türkiye Müslümanlığı gerçekten çok büyük bir baskı görmüş, Osmanlı bakiyesi cumhuriyet döneminde ciddi anlamda çarçur edilmiştir.

Dini dengeyi kim kuracak?

İmam hatip ve ilahiyatları konuşurken Erol Hocam da bahsetti. Bir yandan bakıyoruz Süleyman Efendi Cemaati ya da onların profesyonel aktörlerini takip ettiğinizde şöyle bir yorum oluyor: “İmam hatipler de işte rejimin kendisine dini adam yetiştirmek için ürettiği kurumlar.” Bir yandan bakıyoruz, cemaatlerin başına gelmeyen kalmıyor. 28 Şubat’ta basılıyor, kapatılıyor, 12 Mart’ta imam hatiplerin orta kısımları kapatılıyor, müfredatına müdahale ediliyor vs.

Mesela geçmişte imam hatipler ne ölçüde üzerine gidilip bastırıldıysa bugün de o ölçüde tersinden güçlendirilerek dağa, bayıra, her yere imam hatip açarak bir şekilde geçmişte yapılanlar dengelenmeye çalışılıyor. Burada acaba devlet bir kitleyi daha rasyonel kabul edilebilir bir din alanına çekmek, makro bir dindar bir Müslüman vatandaş kategorisine çekmek için mi imam hatipleri ihya ya da inşa ediyor? Yoksa devletin bile güç yetiremeyeceği toplumun ürettiği bir sinerji var ortada ya da devlet bizim bildiğimizden başka bir şey midir? Bunları da konuşmamız gerekiyor.

Bir de merdiven altı yapılar var. Ekranlarda bal satan dini cemaatler var. Bunları herkes kolayca izliyor. Bir de aşağıda birbirini sürekli tekfir ederek dışlayan, sürekli birbirine hakaret eden bir sürü dini cemaat var. Etrafımızda böyle bir şey var. Bunları hangi kuvvetle, iradeyle, karizmayla başımızdan def edebiliriz? Şöyle bir formülasyon var: Güçlenene kadar mistik, ruhani; güçlendikten sonra azgın, canavar. Bunların arasındaki dengeyi kim kuracak?
15 Temmuz hareketi ile birdenbire hepimiz aydınlandık. Bir flash çaktı ve her şeyi gördük. 40 yıl burnumuzun dibinde büyüdü, 40 yıl birlikte yaşadık. Ama işte oldu. Kimseyi aşağılamadan ve küçümsemeden bu problem alanlarının hepsini, devletle iç içe ama devleti de sorgulayacak karakterde, bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen ama devleti gözden çıkarmayan bir dille konuşmamız lazım. Devlet de bunları, zaman zaman birlik ve beraberlik için sahaya sürdüğü bir dayanışma örgütü olarak değil, toplumun kendi karakterinin sahada yansımış formları olarak takdir etmeli ve selamlamalıdır.

Dünyabizim