Yaygın Eğitim ve Kültür Derneği (YEKDER), geçtiğimiz günlerde Sivil Din Eğitimi Çalıştayı düzenledi. Çalıştayda “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Sivil Kuruluşlar ve Din Eğitimi” ele alındı. 15 Temmuz sonrasında Türkiye’de yaşananlar “din eğitimi” çerçevesinde değerlendirilerek çözüm yollarının arandığı panelde YEKDER yönetim kurulu üyesi Kurtuluş Öztürk, araştırmacı yazar Erol Erdoğan ve başbakanlık başdanışmanı Necdet Subaşı birer konuşma yaptı.
Yaygın Eğitim ve Kültür Derneği (YEKDER), 26 Kasım 2016 Cumartesi günü Sivil Din Eğitimi Çalıştayı düzenledi. Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Sivil Kuruluşlar ve Din Eğitimi” başlıklı panel ile başlayan çalıştay dernek merkezinde üç farklı çalışma grubunun toplantıları ile devam etti.
YEKDER Din Eğitimi Akademisi’nin (DEA) açılışının da
gerçekleştiği program, YEKDER yönetim kurulu başkanı Yrd. Doç. Dr. Yusuf Alpaydın’ın konuşmasıyla
başladı. Açılış konuşmasında Alpaydın, dünya ölçeğinde tarihsel bir inceleme
yapıldığında eğitim alanında otantik fikir ve uygulamaların büyük ölçüde sivil
bir iradeden ortaya çıktığını söyledi. Kâr amacı gütmeyen veya bürokratik bir
mekanizmanın parçası olmayan sivil kuruluşların eğitimde gelişmenin öncüsü
olduğunu dile getiren Alpaydın, bu kuruluşlara daha fazla alan açılması
gerektiğini ifade etti.
Çalıştayın panel bölümünde başbakanlık başdanışmanı Necdet Subaşı, YEKDER yönetim kurulu
üyesi Kurtuluş Öztürk ve
araştırmacı yazar Erol Erdoğan konuşmacı
olarak yer aldı. Moderatörlüğünü Yrd. Doç. Dr. Emine Keskiner’in yaptığı
panelde ilk olarak Kurtuluş Öztürk devlet
ve din eğitiminin tarihsel ilişkisini ele alan konuşmasını gerçekleştirdi.
Devlet ve sivil toplumun bir makasın iki ucu gibi olduğuna dikkat çeken Öztürk,
makasın dengede olmasının önemli olduğunu ifade etti. Bir sivil din eğitimi
oluşumu olarak İlim Yayma Cemiyeti özelinde
konuşmasına devam eden Öztürk, cemiyetin kurucu kadrosunun çeşitliliğinden
hareketle sivil oluşumların farklılıklarının niteliği artırmadaki önemine vurgu
yaptı.
![]() |
Soldan Sağa: Emine Keskiner, Erol Erdoğan, Necdet Subaşı, Kurtuluş Öztürk |
Ailenin yerini doldurmak isteyen tüm “abla” ve
“abi” oluşumları sorunludur
Araştırmacı yazar Erol Erdoğan, toplumda devlet, sivil toplum kuruluşları ve halk
olmak üzere üç tip din anlayışının bulunduğunu belirtti. Eğitimin toplumda
kültür olarak yer alması gerektiğini ve dinin de bu kültür içerisinde yaşanır
halde bulunması gerektiğini söyleyen Erdoğan, çocuğun aileden koparılmaması
gerektiğini, ailenin yerini doldurmak isteyen tüm “abla-abi” oluşumlarının
problemli olduğuna dikkat çekti. Geniş ailenin çocuğun gelişimi üzerindeki
etkisine değinen Erdoğan, sivil din eğitiminin toplumun kültürel kodlarını ihya
etmeye yönelik güçlenmesi gerektiğini vurguladı.
Panelin son konuşmacısı olan Necdet Subaşı, cemaatlerin hep birlikte hareket ederek daha iyiye
hizmet etmek yerine birbirleriyle çatışma ortamında olmasının büyük bir hata
olduğunu ifade etti. Subaşı, konuşmasını sivil din eğitiminin; devleti gözden
çıkarmayan, devlet ile içiçe ama devleti denetleyen bir dil ile konuşulması
gerektiğini belirterek sonlandırdı. Soru-cevap kısmının ardından gerçekleşen
hediye takdimiyle çalıştayın panel bölümü sona erdi.
Farklı kültürlerde sivil din eğitimi modelleri
tartışıldı
Programın ikinci bölümünde sivil din eğitiminin farklı
yönlerinin konuşulduğu üç farklı konuda ikişer oturum gerçekleştirildi. YEKDER
dernek merkezinde gerçekleşen oturumlarda farklı coğrafyalarda sivil din
eğitimi çalışmaları, Türkiye’de alternatif din eğitimi programlarının durumu ve
geleceği, din eğitiminde sivil aktörler ve devlet ilişkisi gibi meseleler
tartışıldı. Oturumlarda Türkiye’de geniş yelpazede çalışmalar yapan sivil
toplum kuruluşlarının temsilcileri akademisyenler ve Diyanet temsilcileri yer
aldı.
İlk oturum olan “Farklı Coğrafyalarda Sivil Din Eğitimi Çalışmaları” başlıklı
oturumda sivil din eğitiminin dünyadaki örnekleri konuşuldu. Özelde Almanya,
Amerika, İngiltere, İskoçya, Kırgızistan ve İran’daki örneklerin incelendiği
oturumda farklı inanç ve kültürlerde oluşan modellerin güçlü ve zayıf yönleri
ortaya konularak iyi örneklerin Türkiye’ye uyarlanabilirliği tartışıldı.
Program, verilen aranın ardından “Türkiye’de Alternatif Din Eğitimi Programları” başlıklı
ikinci oturumla devam etti. Bu oturumda, din eğitiminde devletin etkinliğinin
arttığı bir dönemde medrese, dershane vb. isimlerle adlandırılan alternatif din
eğitimi programlarının mevcut durumu ve geleceği meseleleri incelendi.
Çalıştayın son oturumu olan “Din Eğitimi’nde Sivil Aktörler ve Devlet”başlıklı oturumda
din eğitimi faaliyetlerinde cemaat, tarikat ve sivil toplum kuruluşları ile
devletin rolleri, işbirliği ve sınırları meseleleri ele alındı. Bu oturumda
devletin garantörlüğünde sivil toplumun din eğitimi faaliyetlerinde öncü olması
gerektiği vurgulandı. 15 Temmuz sonrası
din dilinin tahrip edilmiş olmasına dikkat çekilerek, sivil toplum aracılığıyla
yeniden bir inşa ve ihya sürecinin başlatılması zorunluluğu dile getirildi.
Geçmişten günümüze Türkiye’de sivil kuruluşlar
ve din eğitimi
Sivil Din Eğitimi Çalıştayı’nın ilk konuşmacısı YEKDER
yönetim kurulu üyesi Kurtuluş Öztürk, “Geçmişten
Günümüze Türkiye’de Sivil Kuruluşlar ve Din Eğitimi” başlıklı
tebliğinde klasik dönemden Osmanlı’ya, Osmanlı’dan günümüze kadar yaşanan
süreçleri inceledi. Öztürk’ün konuşmasında öne çıkan başlıklar şu şekilde:
*
Din eğitimi “sivil kişi ve kurumlar eliyle mi
verilsin, yoksa kamu / devlet eliyle mi verilsin”meselesi döneme göre
farklı şekillerde seyir izlemiştir. Din eğitiminde bu iki aktör zaman zaman
birlikte zaman zaman da çatışan taraf olabilmişlerdir. Çatışmanın yönü ise
çeşitlilik göstermektedir. Bazen sivile karşı kamu otoritesi, bazen de kamu
otoritesine karşı sivil unsurlar mücadele içine girmiştir.
Din eğitimindeki sivil kuruluşlar ile kamu otoritesi
ilişkisini etkileyen faktörlerden birisi de zamandır. Klasik dönem, modern
dönem ve cumhuriyet dönemi olarak üç farklı zaman diliminden ve ona bağlı olarak
gelişen ilişki şeklinden bahsedilebilir. Kamu otoritesi ve sivil oluşumlar
arasındaki mesafenin açılması genellikle krize sebep olurken; kamu ve sivil
alan arasında uyum sağlandığı zamanlarda ise üretilen bilgi, mevcut
paradigmanın tahkim edilmesini getirecek sonuçlar doğurmuştur.
İslam’ın klasik döneminde kamu otoritesi ile sivil oluşum
arasındaki gerilim ve yakınlaşma konusunda değinilecek ilk örnek Nizamiye Medreseleri’dir. İslam
toplumu içerisinden çıkan ve Hasan
Sabbah’la sembolleşen Batınilik hareketinin, dinin esaslarını tahrip
edecek bir öğretiyi yaygınlaştırma çabası içine girmesi üzerine, kamu otoritesi
onunla mücadele için 1067 tarihinden itibaren Nizamiye Medreseleri’ni
kurmuştur. İslam toplumunun iç bünyesinde ortaya çıktığı ve kamu otoritesi
dışında geliştiği için Batınîlik hareketini iç paradigmanın ürettiği sivil
kökenli sapkın bir hareket olarak tanımlamak mümkündür. Bunun din üzerindeki
tahribatını ortadan kaldırmak için kamu otoritesinin girişimiyle din eğitiminde
kurumsallaşmayı getiren en önemli sıçrama yaşanmıştır. Bir yönüyle kriz yeni
bir imkâna dönüşmüştür.
Kamu ve sivil iradenin yakınlaşmasında Fatih ve Süleymaniye
Medreseleri uygun örnek olarak görülebilir. Kamu otoritesi ve toplumun
uyumluluğu, benimsenen dini hayatın tahkim edildiği, bilginin
zenginleştirilerek yeniden üretildiği kurumlar olarak hizmet vermişlerdir. Hem
siyasal alan hem de toplumsal yapı kendisini tahkim etmiş, yani iç paradigma
güçlenmiştir.
Modern dönemde ise ağırlık olarak dış paradigmanın
getirdiği problemlere karşı yeni bir din eğitimi modeli ortaya çıkmıştır.
Klasik dönemde, dini merkeze alarak yürütülen eğitimin temel amacında değişme
yaşanmış; eğitim, “bu dünyada pratik faydası olan bilgileri edindiren
bir sisteme” dönüştürülmüştür. Artık marifet odaklı, hikmeti yok sayan
veya geri plana iten bir eğitim anlayışı benimsenmiştir. Bu durum eğitim
açısından felsefi boyutta çok büyük bir kırılmadır. Bu kırılma din eğitiminin
de köklü dönüşümler geçirmesini beraberinde getirmiştir.
Din eğitiminin yönü sadece İslami ilimlerin öğretilmesi
üzerinden değil de, modern bilimin salvolarına da karşı koyabilecek
yetkinlikte, Müslüman genç şahsiyetin inşası şeklinde evrilecektir. Bu şahsiyet
inşası hem devlet projesi hem de sivil birey veya sivil kurumlar üzerinden
yürütülmüştür.
Modern Batının dünyanın geri kalan bölgelerinde fiili
istilalarının arttığı 18 -19. yüzyıllar boyunca modern eğitim kurumları da
paralel olarak - Batı dışı toplumlarda- hızla yayılarak yeni bir birey ve
toplum inşa etmeye başlamıştır. Bu istilaya / dönüştürmeye maruz kalan devlet,
klasik din eğitimi veren kurumlar yerine Batı tarzı örgütlenmiş, ancak bir
taraftan da yerli bir zihin inşası için çaba gösteren yeni eğitim kurumları
üzerinden bir eğitim politikası geliştirmeye çalışmıştır.
Artık bilginin kaynağının vahiy olarak mutlak surette kabul
edildiği, eğitim kurumlarında dini bilginin birey ve toplum hayatını nasıl daha
iyi bir duruma getirebileceği anlayışıyla eğitim yapıldığı dönem geride
kalmıştır. Bu sebeple din eğitimi artık dini bilginin aktarılmasından öte bir
medeniyetin bireyini inşa etme vazifesini görmeye başlamıştır. Bu bireye
verilecek bilgi, hem dış paradigma kökenli tehditlere karşı koyacak; hem kendi
medeniyetinin, inancının birikimini aktaracak; hem de bu iki alanın beslediği
bir şahsiyet olarak bireyi yeniden inşa edecektir. Bütün bu gerekçelerden
dolayı klasik müesseseler varlığını korumakla birlikte itibarını ve nüfuz
alanını sürekli kaybetmiştir.
II. Abdülhamid döneminde sivil din eğitimi
çalışmaları
Dış paradigmanın ürettiği problemler ve kamunun buna karşı
koymasına II. Abdülhamid’in
açtığı okullar örnek olarak verilebilir. Bu okullar ülkenin dört bir yanını
saran yabancı okullarla mücadele etmeyi, bir yandan da kendi sistemini etkin
kılmayı hedeflemektedir.
II. Abdülhamid’in açtığı liseleri konu alan önemli bir
çalışmayı zikretmek gerekir. Benjamin
Fortna’nın birincil kaynaklara dayanarak hazırladığı “Mekteb-i
Hümayun” adlı eseri, bu okulları oldukça yetkin ve adaletli bir
yaklaşımla ele almaktadır. Fortna’nın dediği gibi “Hamidiye hükümeti
Batılılaşma uğruna Batılılaşmanın pasif bir taklitçisi olmak yerine, Osmanlı
okullarının yerel icaplar doğrultusunda şekillenmesini istemektedir”. “Batı’nın
zararlı etkisini azaltmak için eğitim içeriğinde Avrupalı ve laik olan
materyallerin yerine Osmanlı ve İslam geleneği ile uyumlu olanları” getirmeyi
istemiştir.
Bu dönemde “Kimin eğitiminin hâkim olacağı” konusunda yoğun
bir mücadele yaşanmıştır. Bu mücadele çok yönlüdür. Bir yandan modern
ihtiyaçların zorladığı eğitim içerikleri kazandırılmak istenmekte; diğer yandan
askeri, diplomatik, ekonomik, ideolojik ve kültürel alanlardaki saldırılarla
mücadele edilmeye çalışılmaktadır. Bütün bunlara ilave olarak da yerli bir
insan modeli ortaya çıkarmaya gayret edilmektedir.
II. Abdülhamid, yüksek standartlı yabancı okullara giden ve
önemli ölçüde yabancılaşma yaşayan Müslüman çocuklarının ihtiyaçlarını
karşılayabilmek için lise eğitimini – önceliği yabancı okulların güçlü olduğu
yerlere vererek- bütün Osmanlı vilayetlerine yaymıştır. (Beyrut örneği…) Ancak,
ülkenin içinde bulunduğu askeri, ekonomik, siyasi krizler sebebiyle istediği
neticeyi alamamıştır.
Abdülhamid, batmış, iflas etmiş bir devlette tüm
coğrafyada, tüm vilayetlerde lise çalışması yapıyor. Öncelikle Batılıların okul
açmış olduğu vilayetleri merkeze alarak oralarda özellikle Müslüman çocukların
bu okullara gidip topluma yabancılaşmış bir şekilde yetişmelerinin önüne geçmek
için aynı kalitede okullar açmak için mücadele ediyor. Tabii imkânlar sınırlı.
Mesela Beyrut Amerikan Koleji’nin
yıllık bütçesi Osmanlı Devleti’nin tüm Beyrut vilayetindeki maarif
harcamalarına ayırdığı bütçenin daha üzerindedir. Durum böyle olunca sizin
bununla yarışabilir olmanız bir yere kadar söz konusu oluyor.
Osmanlı modernleşme döneminde sivillerin
yürüttüğü dini çalışmalar
Osmanlı modernleşme döneminde dışarıdan gelen probleme
karşı koymak için sivil aktörlerin yürüttükleri çalışmalar göze çarpıyor.
Burada Cemiyet-i İlmiyeler zikredilebilir. Cemiyet-i ilmiyeler, vakıf sistemi
gibi iş görmek isteyen bugünkü derneklere, sivil toplum kuruluşlarına daha çok
benzeyen dernek statüsünde kurulmuşlar. Bunlar da Müslüman şahsiyetlerin
yetişmesi için yüzlerce özel okul açıyorlar. Müslümanlar tarafından bu okullar
açılıyor ve finanse ediliyor. Bunlardan bir tanesi özel olarak zikredilmeli: Cem’iyyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye.
Bu kurum halk mektepleri açıyor. Çok sayıda ders kitabı
yayınlıyor ama onun ötesinde Müslümanların kurduğu modern bir okul çalışması
ortaya koyuyor. Bu okul da Daruşşafaka
Sultanisi (Lisesi). Dönemin hakikaten en üst düzeyde eğitim veren,
müfredat olarak en yetkin okullarından bir tanesi. Dört dilde öğrencilerine
eğitim veriyor. İslami ilimlerden fen sahasına kadar son derece yüksek
müfredatı var. Bu sivil girişim aynı zamanda devlet otoritesi tarafından da destekleniyor.
Okulun arsası bizzat Sultan
Abdülaziz tarafından finanse ediliyor. Devlet de bu özel girişimi
destekliyor.
Modern bireyle, modernizmle mücadele edecek, kendisi
kalmış, kendi şahsiyetini korumuş bireyi yetiştirme çalışmaları Osmanlı’nın
sonuna kadar devam ediyor.
Mehmed Akif’in teklifi
1918 ile 1924 yılları arası “araftaki yıllar”dır. Bu dönem
Osmanlı fiilen yıkılmış; bir taraftan savaşlar devam ediyor bir taraftan da
yeni bir devlet organize edilmeye çalışılıyor. Bu 6 yıllık zaman dilimi biraz
kaosun biraz arayışın birlikte yürüdüğü bir dönem. Bu dönemde yerli İslamcı
unsurlar yeni kurulacak olan devlete kendi tekliflerini yapıyorlar. II.
Meşrutiyet döneminde o fikri arayışlar içerisinde yerli İslamcı fikir
adamlarının toplanmış olduğu en önemli yayın organlarından birisi Sebilürreşad Dergisi. Sebilürreşad’ın
başyazarı Mehmed Akif, Safahat’ın 6. kitabındaki “Asım” şahsiyetini 1919-1924 yılları
arasında kaleme alıyor. Yani kaos yıllarında yeni kurulacak olan devlete bir
model birey teklifi yapıyor. Tabii, sivil aktörlerin yapmış olduğu bu teklif,
kamu tarafından uygulanmak üzere ortaya konuyor.
Şiir formatında, teatral tarzda kaleme alınan eserde Akif,
geleneksel ile modern birikimi eleştirel bir şekilde silkeliyor. Sonra bunların
ikisini bir araya getirilmesiyle bir şahsiyet inşasına soyunuyor ve teklifini
oluşturuyor. Asım, hakikaten toplumsal duyarlılığı yüksek bir bilince sahip.
Problemlere müdahil olabilecek cesarete, iradeye sahip; bedenen güçlü ama bilgi
birikimi olarak da marifet ile hikmeti birlikte yüklenmiş çift yönlü bir
şahsiyet olarak inşa ediliyor. Bu hayal inşa süreci 1925 yılıyla birlikte yarım
kalıyor. Bunlar rafa kaldırılıyor.
Saklanarak yürütülen din eğitimi
1925-1950 arası “yabancılaşma dönemi”dir çünkü bu dönemde
eski döneme ait olduğu düşünülen bütün eğitim kurumları tasfiye edilmiştir. Din
eğitimi anlamında ciddi bir eğitim ne özel kurumlarda verilmiş ne de bunun
kurumsallaşmasına fazla müsaade edilmiştir.
Bu dönemde din eğitimi nasıl yürümüştür? Büyük oranda taşra uleması ve tasavvuf çevreleri tarafından “saklanarak” yürütülmüştür. Bu kavramın altı özel olarak çizilmeli. Çünkü saklanarak yürütülen din eğitiminde siz kendi varlığınızı yeteri kadar gösteremezsiniz. Yani zor durumda imanın kalbe çekilmesi gibi bir şeydir bu. Ayakta kalmaya, varlığınızı sürdürmeye çalışırsınız. Tabii saklanarak yürütüldüğü için ekonomik kaynaklardan ve statüden de yoksun olarak din eğitimi bu dönemde sürdürülüyor.
Bu dönemde din eğitimi nasıl yürümüştür? Büyük oranda taşra uleması ve tasavvuf çevreleri tarafından “saklanarak” yürütülmüştür. Bu kavramın altı özel olarak çizilmeli. Çünkü saklanarak yürütülen din eğitiminde siz kendi varlığınızı yeteri kadar gösteremezsiniz. Yani zor durumda imanın kalbe çekilmesi gibi bir şeydir bu. Ayakta kalmaya, varlığınızı sürdürmeye çalışırsınız. Tabii saklanarak yürütüldüğü için ekonomik kaynaklardan ve statüden de yoksun olarak din eğitimi bu dönemde sürdürülüyor.
Bu dönemde devlet okullarında din eğitiminden arındırılmış bir müfredatın uygulandığı görülüyor. 1929-1930-1931 yıllarının tarih ders kitaplarına bakıldığında bu Fransızlaşmışlık çok barizdir. Diğer anlatılan hikâyeler yok sayılabilir ama ders kitapları ortadadır. Tüm bunları herkes görebilir.
Türkiye’de din eğitiminde sivilleşme
1950’den sonra siyasi ortamda bir yumuşama söz konusu
oluyor. Bu yumuşamayla birlikte tekrar o hikâyesi yarım kalmış olan aktörler
yani “araf yılları”nda teklif sunmuş olanlar, “yabancılaşma dönemi”nde çok
fazla ortaya çıkamamış olanlar; 1950’den sonra buldukları fırsatta tekrar kendi
tekliflerini ortaya koyuyorlar. Cemiyet-i İlmiyeler gibi sivil toplum kuruluşu
olarak İlim Yayma Cemiyeti’ni
kuruyorlar. İlim Yayma Cemiyeti 68 kurucudan oluşuyor.
Kuruculara şöyle biraz daha yakından bakıldığı zaman görülen, hem Osmanlı’yı ayakta tutmaya çalışan hem de Milli Mücadele’yi verip Anadolu’da bağımsız bir devleti teşekkül ettirmeye çalışan yerli aktörler tarafından kurulmuş bir kurum olduğudur. Bu kurumun içerisinde esnaf, bürokrat, asker, sivil, memur hayatın farklı alanlarından insanların yer aldığını, toplumsal mutabakatla işlerin yürütülmeye çalışıldığını görüyoruz. Bunlar tekrardan kendi tekliflerini ortaya koyarlar. Marifet ve faziletin birlikte yürütüleceği bir eğitim sisteminin ihdas edilmesini talep ve teklif ediyorlar. Sivil unsurlar devlet içerisinde kendileriyle aynı düşünen hükümet mensuplarıyla -burada Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri zikredilmeli- birlikte ilk imam hatip okulunu kuruyorlar. İlim Yayma Cemiyeti 11 Ekim 1951’de, bir hafta sonra da yani 17 Ekim 1951’de de ilk imam hatip lisesi, İlim Yayma Cemiyeti’nin himayesinde kurulmuş oluyor.
Cemiyetin tüzüğüne bakıldığında “milli manevi değerlerine bağlı bir toplumun yetiştirilmesi” hedefleniyor. Hedef olarak tüm toplumu seçmişler, mesajlarını ve dönüşüm etkilerini tüm toplum üzerinde tasarlamışlar. 100’ün üzerinde imam hatip lisesi yapıp süreç içerisinde zaten bunu milletin çocuklarının hizmetine vermişler.
Kuruculara şöyle biraz daha yakından bakıldığı zaman görülen, hem Osmanlı’yı ayakta tutmaya çalışan hem de Milli Mücadele’yi verip Anadolu’da bağımsız bir devleti teşekkül ettirmeye çalışan yerli aktörler tarafından kurulmuş bir kurum olduğudur. Bu kurumun içerisinde esnaf, bürokrat, asker, sivil, memur hayatın farklı alanlarından insanların yer aldığını, toplumsal mutabakatla işlerin yürütülmeye çalışıldığını görüyoruz. Bunlar tekrardan kendi tekliflerini ortaya koyarlar. Marifet ve faziletin birlikte yürütüleceği bir eğitim sisteminin ihdas edilmesini talep ve teklif ediyorlar. Sivil unsurlar devlet içerisinde kendileriyle aynı düşünen hükümet mensuplarıyla -burada Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri zikredilmeli- birlikte ilk imam hatip okulunu kuruyorlar. İlim Yayma Cemiyeti 11 Ekim 1951’de, bir hafta sonra da yani 17 Ekim 1951’de de ilk imam hatip lisesi, İlim Yayma Cemiyeti’nin himayesinde kurulmuş oluyor.
Cemiyetin tüzüğüne bakıldığında “milli manevi değerlerine bağlı bir toplumun yetiştirilmesi” hedefleniyor. Hedef olarak tüm toplumu seçmişler, mesajlarını ve dönüşüm etkilerini tüm toplum üzerinde tasarlamışlar. 100’ün üzerinde imam hatip lisesi yapıp süreç içerisinde zaten bunu milletin çocuklarının hizmetine vermişler.
Saklanan din eğitiminin görünür kılınması
Kurulan imam hatip okullarının yatılılık oranlarına da
dikkat çekmek gerek. Bir okul yatılı olduğu zaman toplumsal dönüşüme çok daha
hızlı ve etkili katkı yapabiliyor. İmam hatip okullarının yatılılık kısmıyla bu
okulların üç önemli dönüşüme sebep olduğu ifade edilebilir: Bunlardan bir
tanesi, o dönem nüfusun % 80’i köylerde yaşıyor. Anadolu çocuklarının şehre
ulaşması, şehirleşme sürecini tamamlaması, eğitim alarak sistemin içerisine
girmesine imkân sağlıyor. İkincisi, ötekileştirilmiş olan dindar kitlelerin
tekrar eğitim yoluyla hayatın içerisine katılmasına imkân sağlıyor. Üçüncüsü,
belki kuran aktörlerin bile hesaplamamış olduğu muhteşem bir sosyal network
oluşturuyor.
İmam hatipler ve devamında kurulan yüksek İslam enstitüleri
ile birlikte yeni yetişen nesiller toplumdaki problemlere Müslümanca çözüm
arayışları içerisine giriyorlar. Çözüm arayışlarında diğer İslam ülkelerinde ne
var ne yok diye oralara göz atabiliyorlar ve siyasetten bürokrasiye, ekonomiden
akademiye kadar hayatın birçok alanında bulunup, dönüştürücü etkiye sahip
oluyorlar.
Bu, kamu ile beraber yürüyen okulun meşruiyetinin sağlanmış
olmasıyla saklanan din eğitiminin görünür kılınması çok önemli. Çünkü görünür
olduğunuz andan itibaren, bir, meşruiyetiniz sağlanmış oluyor. İki, kaynaklara
ulaşmış oluyorsunuz. Üç, statü elde ediyorsunuz. Statü elde ettiğinizde
yaygınlaşma imkânınız ve dönüştürücü etkiniz ister istemez fazlalaşıyor. Bir
diğer önemli şey de eleştiriliyorsunuz ve bu eleştirilere cevap geliştirmek
zorundasınız. Bu da sizi zamana uygun hâle getiriyor, diri tutuyor.
Din eğitimi kimsenin insafına bırakılmayacak
kadar kıymetli
Peki, sivil-devlet ilişkileri nerede olmalı? Makas açıldığı
zaman sapma, gerilim artıyor; bu net. Makas daraldığında, bu ikisi uyumlu
çalıştığında ülke daha güçlü bir şekilde ileri gidiyor, din eğitimi daha
sağlıklı bir hâle geliyor. Baskı olmadığı zaman din eğitimi şeffaf bir şekilde
yürüyebiliyor, hesap verilir bir hâle geliyor. Hesap verdiği için de daha güçlü
bir şekilde devam ediyor.
Sivil toplumun birikiminden yaygın bir şekilde ifade
edilmesi için kamuyla mutlaka işbirliği içerisinde olması gerekir. Bunlar
birbirinin rakibi, birbirlerini etkisizleştiren kurumlar değil tam tersi
birbirlerine destek olan, birbirlerini tamamlayan kurumlardır. Ancak bu
işbirliği süreci kesinlikle sivil aktörlerin kamunun emri altına girip,
özgünlüğünü ve özgürlüğünü yok eden bir ilişki biçimine asla ve kat’a
dönüştürülmemelidir. Son cümle olarak da din eğitimi hiç kimsenin insanına
bırakılmayacak kadar kıymetli ve kritik bir alandır.
Devletin
istediği dindarlık
Çalıştayın ikinci konuşmasını sosyolog yazar Erol Erdoğan yaptı. Erdoğan,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne felsefi bir çerçeve çizerek
başladığı konuşmasına bugün yaşadığımız problemleri analiz ederek şöyle devam
etti:
“Türkiye Cumhuriyeti devleti, kurulduktan sonra bir
vatandaşlık tanımı yaptı. Bu vatandaşlık tanımının dört tane temel ayağı
olduğunu görüyoruz. Bir, Türk olacaksın. Ben Türküm. İkincisi, Müslüman
olacaksın. O bende de var. Yetmez! Üç, Sünni olacaksın. O bende de var.
Dördüncüsü de laik olacaksın. O bende yok. Bu vatandaşlık tanımına uymayan
insanları bir standart hâle getirmeye çalıştı. Bunu da büyük ölçüde eğitim
sisteminin eliyle yaptı.
Ezberlediğimiz bir şey vardır; “devleti koruma ve kollama
görevinin orduda olduğu” çok zikredilir ama aslında Türkiye Cumhuriyeti
ideolojik bir ulus devleti olarak rejimi kollama ve koruma görevini eğitim
sistemine yüklemiştir. Zaten Atatürk devrimlerinin önemli bir kısmı eğitimle
alakalıdır. Aynı zamanda laiklik prensibinden dolayı da dini hayat olumsuz
etkilendiği için burada Türkiye’deki insanlar doğal olarak hem din eğitimini
hem dini yaşama alanını bir anlamda devletin kamu alanından çekilip sivil
alanda yürütmeye başladılar. Gizli yapılan hafızlıklar, dini eğitimler vs. Bu
işin sonunda evet, devlet kendisini laik tanımlıyordu ama dini eğitim alanını
da boş bırakmıyordu. Sonuçta Müslüman olmayı bir kimlik olarak ortaya koysa
bile bu devletin istediği şekilde Müslümanlık olması gerekiyordu. Yani devlet,
Türklük, Müslümanlık, Sünnilik, laiklik tanımını kitaba ya da vatandaşın
istediğine göre bırakmamış, kendi tanımladığı şekilde oluşturmuştur. “Sen
Müslüman olabilirsin ama bu senin istediğin gibi değil benim istediğim gibi
olacak” diyordu.
Türkiye’de üç farklı din anlayışı ortaya çıktı
12 Eylül’den sonra hapishanedekilerin içerisinde zulüm
görenlerden bir tanesi de kendilerini Türkçü/ülkücü olarak tanıtan insanlardır.
Devlet Türkçülüğü esas almakla birlikte onların da, sınırı aşan bir Türkçülük
yaptıkları iddiasıyla, tırnaklarını çekmiştir. Çünkü devletin tanımladığı
Türklük, Müslümanlık, Sünnilik ve laiklik tanımı kitapta olan veya bizim
anladığımız değil, devletin kendi ideolojisinin tanımladığı bir şeydir. Bu
çerçevede farklı bir refleks olarak büyük dedelerimiz din eğitimini kendi
uhdelerine aldılar. Bu aslında aynı zamanda dinin korunmasıdır. Bir ölçüde
dinin tahrifini de, reforma tâbi tutulmasını da önlemiştir. Bütün o 100 yıllık
baskıya rağmen baskı kalktıkça, demokrasi geldikçe, çok partili hayata
geçtikten sonra kendimizi özgür hissetmeye, benliğimizi ortaya koymaya, daha
önce oluşturduğumuz çift dillerden vazgeçip kendimizi daha açık bir şekilde
izah etmeye başladık. Ama bu arada bütün bu süreçlerden sonra üç tane dini
yaklaşım ortaya çıktı: Birincisi devletin din anlayışı. İkincisi, sivil toplum
kuruluşlarının din eğitimi ve anlayışı. Üçüncüsü, halkın din anlayışı.
Her ne kadar başlangıçta halkın din anlayışı, sivil toplum
kuruluşlarıyla çok benzer olmuşsa da zamanla bu da farklılaşıyor. Çünkü sivil
toplum kuruluşları dediğimiz şey modern ve ideolojik bir yapıdır. 1940-50’lerde
halka yakın olan sivil toplum kuruluşlarındaki din anlayışı 90’larda,
2000’lerde ve bu dönem bir ölçüde farklılaşmış durumda. Farklılaşma şu:
STK’ların din eğitimi ve din anlayışı biraz daha modern bir çizgiye gitti ve bu
anlamda modernizmin hastalıklarını, illetlerini de bünyesine aldı. Halkın din
anlayışı da elbette birçok süreçten etkilendiği gibi modernleşme süreçlerinden
etkileniyor. Sonuçta üç ayrı din anlayışı ve din eğitimi şu anda sokakta
yürüyor: Devlet, sivil toplum kuruluşları ve halk. Bütün bunlar dışında bir de
Kur’ân’da ve hadiste karşılığını bulan din anlayışı var. Bu üç din anlayışı
(devlet, STK, halk) ne kadar fıtrata ve hakikate uygun din anlayışına uygunsa o
kadar doğru işlevi görüyor.
İmam hatip okullarının sosyolojisini millet
oluşturdu
Devlet, kendisini laik tanımlamakla birlikte din alanını
boş bırakmadı demiştik. İmam hatipler, din eğitimi tartışmalarının en yoğun
alanıdır. İmam hatipler defalarca kapatıldı, açıldı, isimleri değiştirilmek
istendi, mezunların üniversitelere girişleri engellendi, yurtları kapatıldı,
onlara hizmet veren kurumlara el konuldu vb. uzun bir süreç. Ama bu süreçte
vatandaşların imam hatipleri hiç bırakmayışı, bu okulların sosyolojisinin
oluşmasına vesile olmuştur. “Türkiye’de imam hatip okulları niye devletin
merkezinde kurulmuş bir okulken, devletin merkezinden halkın merkezine doğru
geçişi başarabilmiştir?” sorusunun cevabı şu: Bu okulların sosyolojisini, bu
okulların toplumsal karşılığını millet kendisi oluşturmuştur. Anadolu’da
kurulan okulların yurtlarını yapmak, iaşelerini temin etmek, hatta öğrencisi
azalan okullara köy köy gezip öğrenciler getirmek, o öğrencilere sahip çıkmak
bu okulların toplumsal karşılığını oluşturdu. Zaten imam hatip okullarının
bugüne kadar yaşıyor olması, zaman zaman baskılara maruz kalmasına rağmen
tekrar ortaya çıkması halkın nezdindeki bu karşılıktan dolayıdır. Köy
enstitülerinin, öğretmen okullarının veya benzer cumhuriyet kolejlerinin bir
süre sonra kaybolmasının gerekçesi de onların salt bir devlet projesi olarak
kalmaları ve halkın nezdinde gerçek bir sosyolojiye kavuşmamış olmalarındandır.
İmam hatip okulları tarihi üzerinden baktığımız zaman halk, devletin dini
yerine imam hatipler ve Kur’ân kursları üzerinden kendi alanında dini üretmiş
oldu.
Bizim STK’ların modern sorunları var
Burada ayırmamız gereken bir şey var. Sivil toplum kuruluşu
olmak, sivil tanımı, bizim “din eğitimi” algımız için yeterli bir tanım mıdır?
Sivil dediğimiz zaman devlete ait olmaması, bunun bir STK tarafından yapılıyor
olması ve halkın bu işin içinde olması akla gelir ki bu tanım bizi kurtarır mı?
İstediğimiz şey bu mudur? Devletten çok çekmiş olmanın, devletin baskıcı politikalarından
çok zarar görmüş olmanın vesilesiyle “sivil” kavramını çok önemsiyoruz. Buna
mercek tutmamız ve eleştiri getirmemiz gerekiyor.
STK’lar modern ve ideolojik yapılar olduğu için, aslında
bazı sivil toplum kuruluşlarımızla yaptığımız eğitim faaliyetleri, bizim
istediğimiz ya da Allah’ın istediği eğitim faaliyeti dışında olabilir. Çünkü
bunlar modern yapılar; modernizmin illetlerinden, hastalıklarından bir şekilde
etkilenmiş olma ihtimalleri var.
Hayatın içerisinde birkaç örnek vermek istiyorum: Bütün
STK’larımızda ailenin öneminden, mahalle kültüründen, mahallenin dağılmış
olmasından bahseder, sürekli şikâyet ederiz. Peki, Türkiye’de biz din eğitimi
veren kuruluşlar olarak yaptığımız işlerde ailenin zayıflama ve dağılma
sürecine katkı veriyor muyuz, vermiyor muyuz? 10 sene önceydi; bir arkadaşıma
“Kurban’da ne yapıyorsun” dedim. “Eşimin ve benim iki hissemiz vardı, vakfımıza
bağışladım” dedi. “Keşke bir tanesini bağışlamasaydın, kendin kesseydin,
etrafına, akrabalarına, komşularına dağıtsaydın” dedim. “Benim vakfım var,
oraya bağışlamam gerekiyor” dedi. “Bir tanesini kesseydin, etrafına
dağıtsaydın” dediğimde, “nereden fakir bulacaktım” diye cevap verdi bana.
Bizim yardım kuruluşlarıyla tartıştığım bir konu olduğu
için bunu paylaşmak istedim. Oysa bizim dinimiz, örfümüz, kültürümüz, ahlakımız
der ki “yakındakini gözet, uzaktakini ihmal etme”. Afrika’daki
fakiri ihmal etmeyeceğiz ama alt katımızda oturan komşumuzun evine et
girmiyorsa, komşumuz kurban kesmiyorsa onu gözetmek de benim İslami, insani,
komşuluk görevim. Arkadaşım iki şeyden; bir, mahalle kültürünün dağılması ve
modernleşmiş, şehirleşmiş alt kattaki komşudan haberi yok; ikincisi, bir STK’ya
ait olmanın getirdiği sorumlulukla, kurbanı alttaki komşuya değil de kendi
derneğine, vakfına götürmek istiyor. Bizim sivil toplum kuruluşlarımız
ideolojikleştikleri için bu anlamda sıkıntıları olan kuruluşlarımızdır. Çünkü
sivil toplum kuruluşlarımız “Kurbanını bana getir, komşunu boş ver. Ben ona
götürürüm” diyor. “Sadakanı da bana getir.” “Ya alt katta komşum var.” “Yok,
sen onu bana getir, ben onu senin komşuna götürürüm” diyor. STK’larımızın bu ve
bunun gibi modern sorunları var. Mahalle kültürünün yok olması ve ailenin
dağılması gibi sorunlara modern STK’lar olarak katkıda bulunuyoruz. Şikâyetçi
olduğumuz tablo aslında bizim de oluşmasına vesile olduğumuz, sebep olduğumuz
bir tablo.
Eğitim sistemimiz 100 yıldır yarışmacıdır,
çatışmacıdır, kariyeristtir
Mesela, çocuklarımıza “değerler eğitimi” veriyoruz. Çünkü
dini ve ahlaki yozlaşma var, bir çözüm olarak “değerler eğitimi”ni ortaya
çıkardık. Benim önemsediğim bir şey. Ama bugün değerler eğitimi veren tüm
kuruluşlara göz attığımız zaman şöyle bir sorunun varlığını görüyoruz: Değerler
eğitimi aslında değerlerin ruhuna uygun olmayan birtakım yöntemlerle veriliyor.
Türk milli eğitiminin bize kazandırdığı, daha doğrusu ruhumuza zerk ettiği
yarışmacılık, çatışmacılık ve kariyer karakterini değerler eğitiminde
uyguluyoruz. Eğitim sistemimiz 100 yıldır kariyeristtir, yarışmacıdır,
çatışmacıdır. Bunlar İslami değerlere uygun mudur? Değildir. Bizim verdiğimiz
“değerler eğitimi” olabildiğince çatışmacı, yarışmacı ve her şeyi ödüllendirme
peşindedir.
Cemaatler çocukları ailelerinden kopartmamalı
10 yıl önce Kayseri’de bir imam arkadaşımızın haberi
çıkmıştı. 100 vakit namaza giden öğrencilere bilgisayar hediye ediyordu. Eyvah
dedim! Bu model bir virüs gibi bütün Türkiye’de yaygınlaştı. Birçok cami ve
Kur’ân kursu hocası bunu yapmaya başladı. Niye? Çünkü modern eğitimin o
yarışmacı ve her şeyi ödüllendirici karakteri böyle öğretiyordu. Hâlbuki
ödüllendirebilirsiniz ama çocuğun ruhunu bozmadan, daha doğal olarak, çocuğa
riyakârlığı öğretmeyecek biçimde… Kur’ân-ı Kerim’den onları bulup uygulamak
yerine o çok modern karakteri aldık ve çocuklarımız üzerinde uyguluyoruz.
Modern cemaatlerin, STK’ların aileyle ilgili
problemlerinden bir tanesi şudur: Modern ideolojiler, bir çocuğu, bir genci
ailesinden koparmadıkça eğitilmeyeceğine inanırlar. Önce ailesinden yani
aidiyetlerinden koparmanın önemini bilirler. Ve onun için de Kemalist sistem
Türkiye’de çocukları önce ailelerinden koparmak istemiştir. Çünkü Kemalist
sisteme göre biz hepimiz köylüyüz, yobazız, örümcek kafalı olduğumuz için, o
çocuğun ailesinden koparılmadan gerçek bir aydın, gerçek bir Kemalist, gerçek
bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olamayacağını bildikleri için başlangıçta
çocukları aileden koparmayı planlamışlardır. Ve çocukları aileden
koparmışlardır. Bunu da yurt sistemleri üzerinden yapmışlardır.
Ailenin yerini “abla – abi” doldurursa
problemdir
Maalesef Kemalizm’in bizim ruhumuza uyguladığı işkenceyi
zaman zaman içselleştiriyoruz ve onun uyguladığı bazı taktikleri de alıyoruz.
Biz de bazı Kur’ân kurslarımızda, imam hatip liselerimizde çocuğu ne kadar
aileden kopardığımızın farkında olmadan bir eğitim sistemi uyguluyoruz. Oysa
çocuğu aileden kopardığımız andan itibaren oluşan boşluğu başka bir şey
dolduruyor. Yani bir ideoloji dolduruyor. Sanal bir kahraman dolduruyor. Bir
Facebook arkadaşlığı dolduruyor. Ablalar, abiler dolduruyor. Ailenin yerini
herhangi bir abla doldurursa bu problemdir. İster FETÖ’nün ablası doldursun
isterse benim ablam doldursun. Çocuğun kendi ablasının, abisinin, dedesinin
yerini başka birisiyle dolduruyorsak bu ciddi bir problemdir. FETÖ bundan dolayı çocukları aynı
şekilde ailelerinden, aile aidiyetlerinden kopardı ve kendi abilerinin,
ablalarının çocukları haline getirdi. FETÖ, aynı zamanda ailelerinden
koparılmış çocuklar ve gençler örgütüdür. Hiçbirinin aile aidiyeti, cemaat
aidiyeti kadar güçlü değildir.
İslami ilimleri hayatın içinde okutmuyoruz
Dini ilimlerin oluşma iklimi ile modern dönemde dini
ilimlerin öğrenilme ikliminin farklılaştığını fark etmeniz gerekiyor. Dini
ilimler nasıl oluştu? Tefsir, hadis nasıl oluştu? Peygamberimiz (s.a.v.)
döneminde bir şey oldu ve bir ayet indi. Bir durum yaşandı, Peygamberimiz
(s.a.v.) bir şey söyledi, bir soru soruldu, Peygamberimiz bir cevap
verdi. Yani hayatın içerisinde bir İslami ilim oldu. Bugün İslami ilimleri (ilahiyat
fakülteleri ve imam hatipler için söylüyorum) hayatın içinde okutmuyoruz. Daha
arkaik, daha akademik ilim gibi okutuyoruz. Arşivden öğrettiğimiz için, hayatın
içinde olmayan bir ilim dalı olduğu için oradaki öğrenilen fıkıh, tefsir, hadis
sokakta, imam camideyken çok fazla işine yaramıyor. Bizim ilahiyat
fakültelerinde öğrendiğimiz, öğrettiğimiz ilim dallarının daha hayat dolu
olması gerekiyor. Bu nasıl sağlanır? Bunun birkaç tane formülü var. İlahiyat
fakültelerinde son 5-6 yıldır felsefe derslerinin kaldırılması gibi yoğun bir
tartışma yaşadık. Oysa daha fazla felsefe, sosyoloji, psikoloji olması lazım.
Yani okuduğunuz ayet-i kerimeyi, biz, hayata taşıyacak başka bir ilim
disipliniyle sentezlediğimiz zaman işe yarayacak.
Bugün ilahiyat fakültesinde okuyan bir insanın Mimar Sinan olma ihtimali yoktur.
Mimarlık fakültesinde okuyan birisinin de Mimar Sinan olma ihtimali yoktur.
Çünkü birisi seküler mimarlık öğreniyor. ”İslam nasıl bir kent ister? İslam
nasıl kent-insan ilişkisi ortaya koymuştur?”, bunu bilmiyor. İlahiyattaki de
sadece bir vaiz olarak bunu dillendiriyor. Onun için yıllarca cami
kürsülerinden “işçinin alın teri kurumadan ücretini veriniz” hadisi okutulup
ama bunu bir iş prensibi olarak sokağa anlatamadığımız için eski kitaplarımızda
grevin haram olduğunu anlattık. Bu tarafta “işçinin alın teri kurumadan emeğini
verin” hadisini bir iş prensibi olarak hayatın içerisinde uygulamadığımız için,
bunu uygulayan insanlara “Yaa sosyalistlik/solculuk yapma!” demek gibi bir
durumla karşı karşıya kaldık. Dini ilimleri bu arkaik halden, kütüphane ve
arşiv ilmi olmaktan kurtarıp hayatın içerisine taşımamız lazım.
İslam dini ve Peygamberimizin (s.a.v.)’in tebliğine ve
hayatına baktığımız zaman, “İslam dini nedir?” diye sorduğunuz zaman benim
kafamda 10 tane kavram sıralansa bile iki şeyin öne çıktığını görüyorum: Tevhit
ve ahlak. Biz bugün dini ilimleri daha çok fıkıh temelli yürütüyoruz. Fıkıh
temelli yürüttüğümüz için de günün felsefi ve ideolojik problemlerine cevap
veremiyoruz.”
Bu coğrafyanın sosyolojisini dikkate almak
zorundayız
Çalıştayın son konuşmasını yapan başbakanlık başdanışmanı Necdet Subaşı ise, diğer
konuşmacıların bıraktığı yerden konuşmasına devam etmek istediğini belirtti.
Necdet Subaşı, devlette ve toplumda var olan panik halinin sivil din eğitimi
konusuna da yansıdığını ifade ederek, Türkiye’de sivil din eğitimi sorununun
nasıl ele alınması gerektiği hususunda görüşlerini paylaştı:
“İmam hatip yıllarında pek çok cemaatin kendi aralarında
rekabetlerinden haberdar olduk. Bunların bir araya gelmelerini arzulayan bir
duygusallık içinde büyüdük ama bunların bir araya geldiklerini de hiç görmedik.
Keşke bunlar birbirleriyle beraber olsalar, enerjilerini ortak yönde kanalize
etseler diye düşündük fakat bu yaşıma geldim, ben böyle bir şey görmedim. Belki
Ak Parti’nin ürettiği sinerji böyle bir yoğunlaşma, ilgi üretti kendi arasında
ama orada da Mustafa Özel’in
“Kâr eden şirketler ortaklık yapmaz”
sözündeki gibi hepsi ayrı ayrı yollarda kendi güçlerini üretmeye ve
derinleştirmeye başladılar. Bunları söylerken, bunları da sivillik karşısında
kurulan bağlantıdan yola çıkarak, tu kaka ilan etme durumunda değilim. Bunlar
bu coğrafyanın sosyolojisidir. Bu coğrafyanın sosyolojisini dikkate almak
zorundayız
Yerimizi bir türlü bilemedik
Türkiye’de oluşturulan dini yapıların hepsinde
cumhuriyetin, modernleşme sürecinde dine yönelik tavırlarının etkisi var.
Baskıcı ortamların ürettiği tuhaf, sinik, kendi içine kapanmış, çift dilli,
kendi kendisini ifade etmekte yer yer zorlanan, özentili, kompleksli bir dini
yapı var. Bunları, yani kendi hikâyemizi konuşmamız lazım. Bu kompleks öyle
basit bir şey değil. “Çift dillilik” dediğim şey içeride başka dışarıda başka
anlamdadır. İçe gelince milli, dışarıya gidince ulusal temaları vurgulayacak
şekilde anlamlandırmak vs. Laikliğin herkes tarafından bilinen acıtıcı
anlamlarını yok sayarak, yer yer o kelimeye nüanslar vererek, onunla oynaşarak,
onu bazen kendi lehimize bazen başkasının aleyhine kullanacak bir düstur
üzerinde dolaşmak. Bunu hep yapıyoruz aslında. Bunu yapmamızın nedeni şu: Çünkü
yerimizi bir türlü bilemedik. Bu coğrafyada bu sosyolojik zemin içerisinde
“din” dediğimiz şeyin nerde durması gerektiği, nereye yayılması, nasıl bir
sosyolojik gerçeklikle temasa girmesi konusunda çok da fazla enerjimizi
harcadığımız söylenemez. Allah ne verdiyse öyle giden, akşamdan yarına küçük
planlarla işi kotarmaya çalışan, uzun vadeli projeleri ya da hesapları olmayan
bir havada büyüyoruz.
15 Temmuz’da bu toplum çok tuhaf bir refleksle
devletle bütünleşti
“Sivil” kavramı, “sivil polis” kullanımı dışında herkese
çok sevimli geliyor. Kendisini sadece Müslüman olarak algılayan kimseler için
değil, laik, sosyal demokrat, seküler kesimlerde de bu kavrama çok büyük
yatırımlar yapıyorlar. Yani sivil dediğinizde iyi, devlet dediğinizde kötü bir
şey… Ben de o sosyolojik litaratürden beslenmiş, devlet konusunda fazlasıyla
çekinceleri olan bir insanım. Devletin yutacağını, dönüştüreceğini, bozacağını
bilen bir gelenekten geliyorum. Ama garip bir şey oldu, 15 Temmuz’da bu toplum
çok tuhaf bir refleksle devletle bütünleşti. Ve tüm sosyolojik tezlerimizin
büyük bir bölümü hasar gördü. Mesela bu toplumun tıyneti, duyarlılıkları, davranışları
hakkında çokbilmiş tezler ortaya koyan benim gibi insanlar, Murat ve Şahin’den
başka arabası olmayan bir apaçinin, devletin ve milletin tehlikede olduğunu bir
anda nasıl hissedip, gidip tankın altına yattığını açıklamakta zorlanıyor.
Bence sosyoloji teorileriyle haşır neşir olanlar, Türkiye’de birkaç saat
içerisinde ortaya çıkan dalgayı doğru bir şekilde anlamanın yollarını bulmak
zorundalar. Şahsen ben bunu anlamış değilim.
Laikler, sekülerler, bu gece oluşan kalkışma karşısında
toplumda oluşan duyarlılıkları küçümseyenler, bu işlere senaryo diyenler;
onlarla işimiz olmaz. Ama daha içerde hakikaten vaziyet ettiğini düşündüğümüz,
üzerinde çalıştığımızı düşündüğümüz bu toprakların nasıl insan ürettiğini, bu
malzemenin Kemalizme, laikliğe, sekülerizme rağmen nasıl oluştuğunu açıklamak
zorundayız. Hatta mümkünse hangi cemaatin insan yetiştirme düzeninin bir
parçası olduğunu da öğrenmek isteriz. Mesela hangi cemaat bize bu duyarlılığı
üreten insan kaynakları üretmiştir, ortaya koymuştur?
Bu toplumun duygusal olduğunu hepimizin bilmesi lazım. Bu
toplum tehlikeyi görür ve ona karşı önlem alır. Önleminde de nerede duracağını
siz tayin edemezsiniz, bunu siz kestiremezsiniz. Bu coğrafyanın devlet ile
toplum arasında gerginliği somutlaştıran ve bunu teorik bir çerçeveye koyan
hikâyesi yok. Tüm problem oradan kaynaklanıyor. Bu coğrafyada ben, devletin
kontrolünün genişlemesini, hayatın her tarafını kuşatacak bir güce sahip
olmasını iyi bir gelişme olarak görüyorum.
Laik bir yöne doğru savruluyoruz
Osmanlı toplumsal yapısında zorlamalarla sivil
diyebileceğimiz unsurlar, aslında devlet aygıtının tamamlayıcı bir parçası.
Tamamlayıcılık başka bir şey; devlete rağmen, ondan ayrı ve onun dışında olmak
başka bir şey. Bugün biraz bunun laik ve seküler atıf zincirinin ürettiği bir
gerilimden beslenerek, önce devlet ile toplum arasında hasmane bir ilişki
kurmaya çalışıyoruz. Bu hasmane ilişki içinde toplumu gözetip, korurken bile
laik bir yöne doğru savruluyoruz. Ben bunun tam tersini düşünüyorum. Devleti de
korumak toplumu da korumak ama bunları da birbirine yedirtmemek.
Mevcut durumu analiz edersek, Türkiye’de dini hayatın
sahipleri ve aktörleri kimler? Bunları bir sıralamaya tâbi tutmak gerekiyor.
Din, dediğimiz şeyi kim konuşuyor? Kimi gördüğümüzde aklımıza din geliyor, kimi
gördüğümüzde aklımıza hiç gelmiyor? Bunları da konuşmamız lazım. Birincisi Diyanet. Çok genel bir tanım olarak
Diyanet şöyle algılanıyor: Diyanet, devletin laik, seküler kodlarından beslenen
dönüştürücü, kovucu, bozucu din perspektifini sahada yaşatan, uygulayan bir
araç, devletin ideolojik aygıtı. Böyle algılanıyor. Ama aynı aygıt milyonlarca
insanın Cuma namazı için koşturduğu, bayram saatlerinin belirlenmesi için
başvurduğu, teravilerinde gidip arkalarında saf tuttuğu imamlardan oluşuyor.
Bir çelişki var, onu anlatmaya çalışıyorum. Bunları tutarlı bir şekilde
konuşmamız gerekiyor. Aslında çok temelde herkesin zihninde devletle bağdaşık,
bütünleşik bir din anlayışı var ama kimse bunu doğru dürüst kamuoyu önünde
açıklamıyor.
Bu topraklarda biraz ihmal edilmiş ve dönemsel şartların
etkisi altında gerçekleşmiş “devletten uzaklaşma” dönemi var. Devletin biraz
kendi haline bırakmış bir hali var ama o kadar da kolay değil. Bu konu da “Ne
yaptık biz?” diyebileceğimiz bir durum değil. Çünkü işin içinde 80 yıllık bir
trajedi var. Bu trajedi ayrı bir tartışma mevzusu. Bunu söylerken “Niye biz
bunu ihmal ettik, niye devleti dışarıda bıraktık?” sorusunu çok anlamsız
buluyorum çünkü Türkiye Müslümanlığı gerçekten çok büyük bir baskı görmüş,
Osmanlı bakiyesi cumhuriyet döneminde ciddi anlamda çarçur edilmiştir.
Dini dengeyi kim kuracak?
İmam hatip ve ilahiyatları konuşurken Erol Hocam da
bahsetti. Bir yandan bakıyoruz Süleyman
Efendi Cemaati ya da onların profesyonel aktörlerini takip
ettiğinizde şöyle bir yorum oluyor: “İmam hatipler de işte rejimin kendisine
dini adam yetiştirmek için ürettiği kurumlar.” Bir yandan bakıyoruz,
cemaatlerin başına gelmeyen kalmıyor. 28 Şubat’ta basılıyor, kapatılıyor, 12
Mart’ta imam hatiplerin orta kısımları kapatılıyor, müfredatına müdahale
ediliyor vs.
Mesela geçmişte imam hatipler ne ölçüde üzerine gidilip
bastırıldıysa bugün de o ölçüde tersinden güçlendirilerek dağa, bayıra, her
yere imam hatip açarak bir şekilde geçmişte yapılanlar dengelenmeye
çalışılıyor. Burada acaba devlet bir kitleyi daha rasyonel kabul edilebilir bir
din alanına çekmek, makro bir dindar bir Müslüman vatandaş kategorisine çekmek
için mi imam hatipleri ihya ya da inşa ediyor? Yoksa devletin bile güç
yetiremeyeceği toplumun ürettiği bir sinerji var ortada ya da devlet bizim
bildiğimizden başka bir şey midir? Bunları da konuşmamız gerekiyor.
Bir de merdiven altı yapılar var. Ekranlarda bal satan dini
cemaatler var. Bunları herkes kolayca izliyor. Bir de aşağıda birbirini sürekli
tekfir ederek dışlayan, sürekli birbirine hakaret eden bir sürü dini cemaat
var. Etrafımızda böyle bir şey var. Bunları hangi kuvvetle, iradeyle,
karizmayla başımızdan def edebiliriz? Şöyle bir formülasyon var: Güçlenene
kadar mistik, ruhani; güçlendikten sonra azgın, canavar. Bunların arasındaki
dengeyi kim kuracak?
15 Temmuz hareketi ile birdenbire hepimiz aydınlandık. Bir
flash çaktı ve her şeyi gördük. 40 yıl burnumuzun dibinde büyüdü, 40 yıl
birlikte yaşadık. Ama işte oldu. Kimseyi aşağılamadan ve küçümsemeden bu
problem alanlarının hepsini, devletle iç içe ama devleti de sorgulayacak
karakterde, bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen ama devleti gözden
çıkarmayan bir dille konuşmamız lazım. Devlet de bunları, zaman zaman birlik ve
beraberlik için sahaya sürdüğü bir dayanışma örgütü olarak değil, toplumun
kendi karakterinin sahada yansımış formları olarak takdir etmeli ve
selamlamalıdır.
Dünyabizim







