Uluslararası Bahâeddin Nakşibend ve
Nakşibendîlik Sempozyumu'nun açılış programında Prof. Dr. Mustafa Kara,
'Tasavvuf bize ne söyler?' başlıklı konuşması
ile sempozyumun en güzel ve en dikkat çeken konuşmalarından birini yaptı.
3-4 Aralık tarihlerinde Üsküdar’da gerçekleştirilen Uluslararası Bahâeddin Nakşibend ve Nakşibendîlik Sempozyumu açılış programında Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Kara, “Tasavvuf bize ne söyler?” başlıklı konuşması ile sempozyumun en güzel ve en dikkat çeken konuşmalarından birini yaptı.
Mustafa Kara “Tasavvuf, çağdaş insanlara ne
söyleyebilir? Çağdaş insanların problemleri açısından tasavvuf nasıl bir ufuk
açabilir, nasıl bir imkân sunabilir?” sorusu etrafında bir sohbet
gerçekleştirdi. Kara, “Tasavvuf bize ne söyler?” konusunu 11
temel hususla şöyle açıkladı:
Bir: Ustayı bulmak
İlk surenin ilk duasıyla başlayalım: "İhdinas
sırâtel mustakîm”. Kur’ân-ı Kerim’deki sıralamaya göre Allah’ın bize
öğrettiği ilk dua bu: “Allah’ım bizi doğru yola ilet. Allah’ım bizi
sırat-ı müstakime yönlendir.” Nedir bu sırat-ı müstakim? Bu sırat-ı
müstakim kimin yolu? Cevabı hemen yanında: Kendilerine nimet verilenlerin yolu.
Peki, “kendilerine nimet verilenler kim?” Bu kapalı bir ifade. Kim bunlar?
Bunun cevabı bir başka ayette açıklanıyor. Kendilerine nimet verilenler dört
grup. Kur’ân’ın bir anlamda aktab-ı erbaası bunlar: Peygamberler, sıddıklar
(sadık, samimi olanlar), şehitler (hakikate şahit olanlar, şahitler) ve
salihler (Kur’ân’da üst mü’minler için kullanılan bir ifade salih kullar).
Allah’ın nimet verdiği insanlar bunlar. İşte sırat-ı müstakim bunlara bakılarak
bulunacak. Demek ki bizim birinci vazifemiz sırat-ı müstakimi gösterecek
birini, birilerini bulmak. Biz birine muhtacız. Peygamberler onun için gelmiş
zaten. Peygamberlerden sonra ise onun varisleri (diğer üç grup), onun yolunu
izleyenler… Bizim onları bulmamız ve onların rehberliği ile yürümemiz gerekir.
Birinci maddemiz bu: Bir ustayı, bir bileni, bir muallimi, bir mürşidi bulmak.
Biz annemizden doğduğumuz zaman bir şey bilmiyoruz. Bize
bir muallim lazım. Bize o yolu gösteren, bize o yolun kitabını öğreten bir
muallim lazım. Dolayısıyla birinci madde ustayı (Peygamberlerin varislerini)
bulmak ve onların tecrübesini almak. Derdimiz birini bulup hoş beş etmek değil.
“Birini bulmak” demek onun o muhteşem tecrübesini alabilmek demek. Onu
alamıyorsak hiçbir işe yaramaz.
İki: Riyâzetle uzun bir yolculuğa girmek
Tasavvufta bu yola giren insana verilen ilk derste
öğrettikleri şu altı kelime vardır: Az ye, az uyu ve az konuş. İlk ders bu altı
kelimedir. İlkokulun ilk dersi… Riyâzetin A, B, C’sidir bu. Riyâzet ne demek?
Eğitim demek.
Osmanlı döneminde okullarda Riyâzet-i Bedeniyye (beden
eğitimi) diye bir ders vardır. Bu, insanın hem bedeninin hem ruhunun eğitimiyle
ilgili bir kelimedir. Tabii bizi burada ilgilendiren Riyâzet-i Ruhiyye, ruhun
eğitimidir. Ben öğrencilerime
Riyâzet-i Ruhiyye’yi anlatırken Riyâzet-i
Bedeniyye ile birlikte anlatırım. Ve onların dikkatini sporlara çekerim. Spor
da bir riyazettir. Bir maraton şampiyonunu hayal edin şimdi. Dünya maraton
şampiyonu, 7 milyarda bir kişi. Diyelim ki 5 saat koşuyor ve dünya şampiyonu
oluyor. Burada sorulacak soru şu: Bu bizim ekranda gördüğümüz 5 saatin içinde
ne var? En az 5 yıl var. Bu 5 yılla birlikte alın teri var. Yetmez. O 5 yılla
birlikte alın terinin yanında çok güçlü bir irade var, çok güçlü bir sabır var.
Bir şey daha var, o olmadan olmaz. Onun adı teknik direktör, antrenör.
Antrenörü olmayan bir dünya şampiyonu var mı? Benim bildiğim yok. Ama siz “var”
diyorsanız cevabım hazırdır, istisnalar kaideyi bozmaz. Antrenörü olmayan dünya
şampiyonu yoktur.
![]() |
| Prof. Dr. Mustafa Kara |
Biz 20 kiloyu kaldıramazken aynı insan 200 kiloyu tuttuğu
zaman kaldırabiliyor. Bunu ne ile elde ediyor? Bedenine riyâzetle öyle bir güç
kazandırıyor ki olağanüstü bir hâl ortaya koyuyor. Burada olağanüstü bir durum
vardır.
Aziz dostlarım, tasavvufi terbiyenin sonunda da böyle bir
olağanüstü hâl olur. İnsanın bedeni bunu gösterdiğine göre ruhu niye
göstermesin. İnsanın bedeni, maddesi kan ve kemikten ibaret olan varlığı
olağanüstü bir gösteri yapabiliyorsa ruhumuz niye yapamasın? Dolayısıyla
tasavvufi yolculukların sonunda bu riyâzetle ruhumuzu eğitiyoruz ve ona kemâl
vasıflarını kazandırıyoruz. Yolculuğun birinci basamağı ustayı bulmak, ikincisi
riyâzetle uzun bir yolculuğa girmek. Bu uzun yolculuğun bir yerinde “tezkiye-yi
kalp” ortaya çıkar.
Üç: Kalbimizi öldüren hastalıklardan
temizleme
Hani Kur’ân-ı Kerim’in “kalplerinde hastalıklar var”
dedikleri; “kalpleri kirli ve paslı olanlar, kalpleri hasta, kalpleri
katılaşmış, kalpleri taşlaşmış olanlar…” diyor ya işte o hastalıkları
temizlemeye tezkiye deniyor. Tezkiye “temizlemek” demektir ve zekat kelimesi
buradan gelir. Kalbimizi bunlardan nasıl temizleyeceğiz? Büyük cihat bu işte!
Kalbimizi hasta eden, kirleten, taşlaştıran şey nedir? Bu sorunuza cevap
aradığınız zaman karşınıza birçok şey çıkar. Bir, iki tane örnek vereyim
sadece: Mesela kibir. Kibir denilen bir hastalık var, kalbimizi öldürür. Kibir,
başkalarını küçük görmektir. Başkalarını küçük görmek, adi görmek, basit görmek
ama kendisi, kendisi bir yerlerde… Niye o yerlerde? Aklınca ya parasına
güvenir, ya şanına şöhretine güvenir, ya titrine güvenir ve birileri küçücük, o
bir yerlerde; işte kibir denen afet budur. Kalbimizi kıpırdayamaz hâle getiren
afet. Bunun tedavisi gerekiyor. Bunu kardiyologlar yapamaz. Bir kalp ustası
olacak ve bize tevazu dersi verecek. Konuşmasıyla, oturmasıyla, kalkmasıyla,
yemesiyle, içmesiyle bize tevazu dersi verecek. Kibrin zıttı tevazu. Tevazu,
alçakgönüllülük diyorlar ona, muhteşem bir özellik ve zenginlik, gönülleri
fetheden bir servet.
Gönülleri fetheden nedir? Hiç öyle derin konulara girmeye
gerek yok! Bu toprakları fetheden kuvvet nedir? Bu toprakları fetheden kuvvet o
dervişlerin tevazuudur, alçakgönüllülüğüdür. Diğer maddi şeyler zaten gelip
geçicidir. O tevazuu yakalamak gerekiyor. Kalbimizi kibrin pisliklerinden
arındırmamız gerekiyor.
Kibrin bin bir çeşidi var. Ben size en tehlikeli olanını
söyleyeyim: Kibrin en tehlikeli çeşidi yaptığı ibadetlere güvenerek diğer
mü’minleri küçük görme hastalığıdır. Feci bir tuzak bu! Niçin feci bir tuzak?
Çünkü yaptığımız ibadetlerin kabul edildiğine dair bir belgemiz yok. “Kabul et”
diye yalvarıyoruz. Bir belgemiz olmadığı halde buna güvenerek nasıl bir başka
mü’mini küçümseyebilirsin? Bu bir tuzaktır ve bunun gibi birçok tuzaklar var.
Kin tutmak denen bir hastalık var; kindar olmak; bizi
yiyip bitiren, kemiren bir şey bu. Neyi kemiriyor? Manevi zenginliklerimizi,
artılarımızı kemiriyor. Kindarlık gönlümüzün servetini tüketiyor. Sürekli kan
kaybeden insan gibi kindar insan. Kin tutmak o kadar tehlikeli bir hastalıktır
ki Allahü Teala bunun özel duasını bize öğretiyor Kur’ân’da. Kur’ân’da her
hastalığın özel duası yoktur ama bu hastalığın özel duası var. Haşr suresinde 6
kelimelik bir dua: “Allah’ım, kalbimize Mü’minler için kin koyma.” Her gün bunu
tekrarlamamız lazım. Çünkü kin tutmak öldürücü bir hastalık. Çünkü kalbimizi
yok eden, tehdit eden bir hastalık.
Bu hastalıklarla kendi irademizle mücadele etmemiz
gerekiyor. Aynen o maraton koşucusu gibi kendi sabır ve irademizle bunlarla
mücadele etmemiz gerekiyor. Kalp temizliği böyle gerçekleşecek. Mesela
cimrilik, riya da böyle bir hastalıktır. Nefsin öldürücü tuzaklarından biridir.
Bu hastalıkları çoğaltabiliriz.
Dört: Egonun eğitimi
Çağdaş insanın putlarından biri ego. Türkçesi “ben”,
Farsçası “men”, Arapçası “ene”; ne hikmetse hepsi üç harf. Buradan hareketle
ben diyorum ki tasavvuf, üç harften üç harfe yolculuktur. Egodan aşka bir
yolculuk...
Egomuzu kontrol altına almak çok mühim bir şey. Tasavvuf
şunu söylüyor: “Büyük işler yap ama vitrinde olma.” Tehlikeli, herkes
dayanamaz. Büyük işler yap ama gizli yaşa. Büyük işler yap ama sadece O bilsin.
Vitrinde olduğunuz an riya afeti gündeme geliyor.
Bu, “ego”nun eğitimiyle ilgili bir konudur. Dolayısıyla
bununla başa çıkmak için birtakım donanımlara ihtiyacımız var. Onları
kazanmamız gerekiyor. Tekke eğitimi aslında bunu insanlara veriyor. Mesela “ego
eğitimi” için dervişlerin bir başka formülü var. Özellikle Melamiler bunun
altını çizerler: “Artılarından bahsetme, eksilerin ile boğuş.” Gönlündeki
artılardan söz etme, reklamını yapma ama eksilerinle hesaplaş. “İnsanlar senin
artılarını bilsinler” diye bir derde düşme. Çünkü orada tekrar ego devreye
giriyor. Dolayısıyla çağdaş insanın bu “ben eğitimi” ne olacak? Bu ciddi bir
meseledir, buna bakmamız gerekiyor.
Beş: Şöhrete, servete ve şehvete karşı
bağışıklık kazanmak
Çağdaş en büyük dertlerimizden biri de para-pul,
şan-şöhret ve makam-mansıp. Eskiden yok muydu, tabii ki vardı. Ama bugün birebir
hepimizin yaşamış olduğu bir hastalık bu üçü. Bizi çok zebun hale düşürüyor.
Hele bu para-pul işleri bizi o kadar zebun hale düşürüyor ki olmamız gerekenin
çok uzaklarına düşüyoruz. Bize ait olmayan bambaşka bir sahile, mahalleye
atıyor bizi. Bunlara karşı bağışıklık kazanamıyoruz. Bedenimizin bağışıklık
sistemi yerinde ise mikroplar bize hiçbir şey yapamıyor, geliyor ve geçiyor.
Değilse, bir nezle adamı götürüyor. İşte ruhumuz da kalbimiz de böyledir. Bir
bağışıklık kazanmamız gerekiyor.
Para-pul olsun mu olsun, serveti saman olsun mu olsun
fakat bizde bağışıklık yoksa o bizi bambaşka yerlere atıyor ve merkezden
gittikçe uzaklaşıyoruz. Onun için “çağdaş üç büyük put” diye anlatıyorum ben
bunu. Bu üç büyük put dünyayı altüst ediyor: Materyalizm, kapitalizm ve
sekülerizm. Birincisi maddeye, ikincisi paraya, üçüncüsü dünyaya taptı. Bu
tsunami halinde dünyayı tehdit ediyor. Bu tsunami ayaklarımızı yerden kesiyor
ve bizi bambaşka ülkelere salıveriyor, bambaşka yerlere itiveriyor. Bu üç büyük
puta nasıl kafa tutacağız? Ancak bağışıklığı olabilenler kafa tutabilir, aksi
halde işimiz çok zor.
Altı: Şekille değil ruhla ilgilen
Tekkede insana öğretilen hususlardan biri de “şekille
değil ruhla ilgilen” anlayışı. Şekil tamam ama esas olan ruhtur. Suretinize
değil sîretinize bakılacak, ilke bu. İçimize yani kalbimize bakılacak çünkü
takva oradadır. Dolayısıyla “libasüd takva” diyor Allahü Teala, “takva
elbisesi”. Bu takva elbisesini edinmek, bunun peşine düşmek; bunun için
tasavvufun tekniklerinden istifade etmemiz gerekiyor. Tasavvuf bin - bin beş
yıllık bir tecrübedir. Bu tecrübeyi kullanmamak akıl işi değildir. Bu muhteşem
tecrübeyi almamız, kullanmamız ve hastalıklarımızın tedavisinde istifade
etmemiz gerekiyor.
Yedi: Celal içre cemali, cemal içre celali
görmek
Dergâhlarda insanlara öğretilen konulardan biri de şudur
ve bu çağdaş insana öğretilmelidir: Celal içre cemal vardır, cemal ve celal
tecellileri iç içedir.
Mutasavvıflara göre Allah’ın kâinatta iki çeşit tecellisi
vardır. Bir grup Onun “Kahhar” isminin, bir grup “Latif” isminin
tecellileridir. Dolayısıyla hayat bu iki renk arasında sürer. Bir büyük sıkıntı
ile yani celali bir tecelli ile karşılaştığımız zaman şuna inanırız; içinde bir
cemali tecelli de vardır. Dolayısıyla büyük sıkıntıların içinde bir cemali
tecelli olduğuna inanarak ümitsizliğe düşmeyiz. Bir cemali tecelli ile
yüzleştiğimiz zaman ise bunun peşi sıra celali tecelli takip edebilir diye
şımarmayız.
Niyazi Mısri hazretlerinin
muhteşem ifadesiyle “Cemali zâhir olsa tiz celâli yakalar anı /
Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ.” Cemali zâhir olsa hemen onu
celâli yakalar / Görürsün bir gül açılsa yanında diken mevcuttur…” Celal
ve cemal tecellileri birbirinden ayrılmaz durumdadır. Birinin zuhuru diğerinin
varlığına sebeptir.
Hayata bu gözle bakmak… Bir yerde gül varsa bak dikeni
göreceksin. Dikene zumlanırsan gülü göremezsin. Güle zumlanırsan da dikeni
göremezsin. Gülü gördüğün yerde dikkat et diken oradadır. Ama dikeni gördüğünde
de ümitsizliğe kapılma, oradan bir gül kokusu alabilirsin, burnun müsaitse
tabii. Hayata bu gözlükle bakılmasını ister dervişler.
Sekiz: Medîh ile zemmi eşit gör
Dergâhlarda insanlara öğretilen bir diğer ince husus
medîh ile zemmi eşit görmek. Öyle bir noktaya ulaş ki dostların seni
methettiklerinde ne kadar etkileniyorsan zem ettiklerinde de o kadar etkilen. “Kahrı lûtfü şeyi vâhid bilmeyen
çekti azab” diyor yine Niyazi Mısri üstadımız.
Medîh ile zemmi eşit görmek bir kemâl hâlidir. Dostlar
hem methederler hem zem ederler. Fakat biz genellikle o egomuz terbiye
edilmemişse zemlere gelemeyiz. Lafta hepimiz açığız, efendim buyurun tenkit
edin… Nedense zemlere açık değiliz.
İbn Ataullah İskenderi’nin Hikem-i
Ataiyye’de yer alan muhteşem cümlesinde diyor ki “Dostların
seni methettiğinde sen kendi günahlarını düşün.” İnsan eğitimi bu;
dostlar methederler, iltifat ederler, bazen hak etmediğin cümleler kurarlar
(onlara müdahale etme demek istiyor) ama onlara da aldanma, onlar seni
yükseltirler, bazen dost işi yaparlar fakat sen onları dinlerken kendi
kusurlarını düşün. İşte bunun panzehiri bu! Niçin? Çünkü dostların senin kusurlarını
bilmiyor, iyi taraflarını biliyor. Hâlbuki senin içinde 40 tane tilki
dolanıyor, kuyrukları birbirine değmiyor, bunu sen biliyorsun sadece onlar
bilmiyor. Sen onları düşün! “O zaman yerini bulur” diyor İbn
Ataullah İskenderi.
Dokuz: Kâinat kitabını oku, tabiatla birlikte
ol
Kâinat kitabını oku yani tabiatla birlikte ol. Çağdaş
insanlar olarak en büyük dertlerimizden biri de budur, tabiattan koptuk,
yıldızlardan koptuk. Ey İstanbullular, gece yıldızları seyrediyor musunuz?
Bursa’da yok, bilmiyorum İstanbul’da var mı? Yıldızları seyreden var mı? “Yıldızların
altında ibadet ne güzel şey” diyordu ya şair Ali Ozansoy (Süleyman
Nazif’in kardeşi). Demiş çünkü o, onu yaşamış. Yıldızlar var mı hakikaten
bu dünyada? Allah’ın yemin ettiği yıldızlar neredeler? Kim kapattı onları?
Kirliliğimiz. Tabiatı kirlettik yani kendimizi kirlettik. Dolayısıyla çağdaş
insanın en büyük problemlerinden biridir bu; tabiattan uzaklaşmak,
uzaklaşmaktır Allah’tan.
Tabiatla, toprakla birlikte olmamız gerekiyor. Çok hayali bir şey söylüyorum size şimdi: 22. katta yaşanır mı? 5., 10. katta yaşanır mı? Bir insanın ömrü betonda doğar, betonda yaşar ve betonda ölür mü? Evet, ölüyor. Peki, bu hayat mı? Bu nasıl bir hayat? Biz bu hayatın tam göbeğindeyiz. Ne yapacağız hocam? Çaresini arayacağız. 22. kattan daire almanın çaresini arıyoruz ya; bu yanlıştan, bu yalandan dönmemiz gerekiyor. Toprağa dönmemiz gerekiyor. Çağdaş dünyanın en pis taraflarından biridir bu. Çağdaş dünyanın en yalan işlerinden biridir bu. İnsanları 20 katlı betonlara hapsetmek. Ve biz de oranın gönüllü insanlarıyız. Gönlümüzle geliyoruz. Kimse bizi kovalamıyor. Ama bu çıkar yol değil. Bu yanlıştan dönmemiz gerekiyor.
Ters bir şey daha söyleyeyim size: Bu gecekondular var
ya, herkes aleyhinde konuşuyor. Aslında gecekondular ıslah edilse, doğal, tabii
olan odur. Gecekondularda hiç değilse 5 metrekare de olsa elin ayağın toprağa
değiyor. Bizim işimiz gökdelen dikmek değil, büyük bir vebal bu! O gecekondu
denilen stili ıslah etmek; insana yaraşan, yakışan odur. İnsanın evi kendisine
ait olmalıdır. 5 metre bahçe de olsa kendisine ait olmalıdır. Orada kuşuyla,
kedisiyle, karıncasıyla yaşamalıdır. Tabii olan budur. Tabii olan insani
olandır. Çağdaş insan yani biz bunun çok uzağına düştük. “Hocam çok hayali
şeylerden söz ediyorsunuz, bunun dönüşü mümkün değil.” Peki, o zaman da diyorum
ki nereye kadar? Nereye gidiyoruz o zaman? Bu bizi nereye götürecek? Bu tabii,
insani değilse neyin kavgasını veriyoruz?
Kâinatı kirlettik… Sanayileşme denen bir başka afet var.
Orada da sınırlar aşıldı ve tabiatı kirlettik. Sanayi insana yarar bir şeyler
yapar değil mi? Yapsın, tamam eyvallah. Sanayi, yaşadığımız toprakları
mahvediyor. Böyle sanayi mi olur? Sanayi nehirlerimizi mahvediyor. Böyle sanayi
mi olur? Sanayi nehirlerdeki balıkları öldürüyor. Buna kimin hakkı var?
Karıncanın hesabını düşünen kafadan nereye geldik! Nerden nereye savrulduk! Ve
kendimizi sanayi diye kandırıyoruz. “Eynel mefer”? Bu gidiş nereye?
Bu hız nereye?..
On: Üçüncü boyutu ara
Üç boyutlu resimler vardır, ben bakmayı seviyorum. Bazen
dergilerde, gazetelerde ek sayfa veriyorlar; bakıyorsunuz renkli bir resim. Bu
resimde üç kademe var. Yalnız bu üç kademeyi görebilmenin şartları var. Birinci
şart, o resmi sabit bir yere koyacaksınız, oynak olmayacak. İkinci şart, oraya
bakmaya başlayacaksınız. Üçüncü şart, başka hiçbir şeyle ilgilenmeyeceksiniz.
Bunu yaptığınız zaman o baktığınız resimden farklı ikinci bir resim karşınıza
çıkıyor. Bu resim o ilk sayfada olmayan bambaşka bir resim. Eğer sabredebilir,
gözlerinizi bu resimden ayırmadan bir, iki, üç dakika daha bakabilmeyi
becerebilirseniz bu sefer üçüncü bir fotoğraf çıkıyor karşınıza, o da ikinciye
hiç benzemiyor. Üç boyutlu resim böyle bir şey.
Aziz dostlarım, bendeniz dindarlığı buna benzetiyorum.
Dindarlık böyle bir şey. Bu üç boyutlu resim 2016’da yaşayan insanlara ne diyor
biliyor musunuz? Önce otur, otur bir kardeşim otur, nedir bu telaş? Birinin bu
çağdaş insanlara “otur” demesi lazım. Otur, bir bak. 24 saat bir koşuşturmaca.
Ne oluyor? Bu telaşla yapacağımız bir şey yok. Bir, otur. İki, bir bak şuna; bu
ciddi bir iş. Sakin ol ve buna bak, önünde yeni bir ufuk açılacak. Hayır, hız…
Hız denen bir şey var, çağdaş putlardan biri. Daha hızlı gittik efendim. Daha
hızlı gidiyoruz. Nereye gidiyorsun ama daha hızlı?
Hepimizin ağzındaki cümle
şu: Efendim oraya eskiden 10 saatte gidilirdi, şimdi bir saatte gidiliyor.
Allah, ne büyük bir şey gibi anlatıyoruz bunu! Ama benim kanaatime göre burada
esas sormamız gereken soru şu: 10 saatte gidilen yere bir saatte gittik,
anladık da, o 9 saatte ne yaptın? O 9 saatte ne yaptın, onun hesabını ver sen?
Mühim değil, hız… Bu hızın hesabı da ağır olacak aziz dostlarım. Bu hızla
akıttığımız kanlar var ya bizi boğabilir.
On bir: Secde et ve yaklaş
Kur’an bize birçok ayette hedef gösteriyor, ayetlerin
hikmeti o. Gösterilen bir hedef de bu: Vescud vakterib, secde et ve
yaklaş. Mesele bu zaten. Mesele tasavvuf, tarikat değil… Tasavvufa, tarikata
girmek işin A, B, C’sidir. Mesele ipi göğüslemektir. Bu tıpkı şuna benziyor:
Kelime-i şehadeti getirdim, Müslüman oldum, eyvallah. Mesele o değil ki, o
başlangıcı; ipi göğüslemek mesele.
İzâ tutlâ aleyhim âyâtur rahmâni harrû
succeden ve bukiyyâ (bukiyyen). Hedef bu! Bunu
yakalayamadıktan sonra çok işimiz var demektir. Bu ayetin Türkçesi şu efendim: “Onlara
Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman secdeye kapanırlar ve ağlarlar.” Kim
bunlar? Bu tip ayetleri okurken başkalarını mı tasvir ediyor Allah? Başkaları
değil, bize çizilen hedef bu. Bu hedefi yakalamaya koşmak lazım. Bu hedefi
yakalamak orta şekerli kahve içerek olmaz. İşte cihadın büyüğü bu. Buna doğru
koşmak gerekiyor aziz dostlarım.
Bahaeddin Nakşibend ile
ilgili bir menkıbe ile bitiriyorum. Bu anlatacağım menkıbeyi de bize Molla
Cami meşhur Nefehatül Üns kitabında
naklediyor. Molla Cami’nin bu kitabını Anadolu topraklarında 500 yıldır
okuyoruz. Çünkü bu Farsça kitabı Lâmiî Çelebi 500 sene önce
Türkçeye çevirmiş. Dolayısıyla bu insanı yoğuran kitaplardan biridir. Orada
Bahaeddin Nakşibend bölümünde şöyle anlatılıyor:
Bahaeddin Nakşibend’in son günlerinde ölümden
bahsediliyor. Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr’dan bahsediyor Bahaeddin
Nakşibend. Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr, kendisinden 200 yıl önce yaşamış büyük bir
mutasavvıf, onun vefatından bahsediyor. Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr’a müridleri
sormuş: “Efendim, sizin cenazenizde hangi ayeti okuyalım?”. Demek
ki o bölgede cenazelerde bir ayet okunuyormuş, o anlaşılıyor. Ebû Saîd-i
Ebü'l-Hayr hazretleri buyurmuş ki “Estağfurullah, ayet büyük bir iştir.
Ayet değil de dostun dosta kavuşması anlamında şu beyiti okuyun” diyor.
Bahaeddin Nakşibend hazretleri bunu anlatırken müridlerine, benim cenazemde de
şu beyiti okuyun diyor: “Müflisanim amede derkiyu tu şeyenlillah ez
cemali ruyi tu.” Herhalde dostları onun cenazesinde bu beyti okumuşlardır.
Türkçesi şu efendim: “Ey Allah’ım! İflas etmiş bir vaziyette Sana
geliyoruz, Senin köyüne doğru geliyoruz. Ne olur bir şey ver! Müflis bir
vaziyette Sana doğru geliyoruz. Ne olur Allah’ım, büyük hazinelerinden bize bir
şeyler lütfet, bu iflastan kurtulalım.”
Not: Prof. Dr. Mustafa Kara’nın bu konuşması, İlim ve İrfan dergisinin bu ayki sayısında da yayınlandı.



