Türkiye’de uzun zamandır tartışılan “kültürel
iktidar” meselesini, Türk şiirini ve entelijansiyanı Prof. Dr. Alattin Karaca
ile konuştuk.
Ülkemizde, “Muhafazakârlar siyasal iktidarı ele
geçirdiler ama kültürel iktidar hâlâ bizde” diyen bir zümre var. On beş yıl
iktidarda kalmış bir yapı nasıl olur da kültürel iktidarını tesis edemez? Niye
“kültürel iktidar” olamıyoruz?
Evvelâ, “kültürel iktidar” kavramı, başka kültürleri
dışlamayı ve üzerlerinde egemenlik kurmayı çağrıştırdığından doğru bir kullanım
değil! Aslolan, her türlü kültürün kendi tabii ortamında yaşamasına izin
verilmesidir.
Türkiye’nin aslî kültürü, elbette İslâm’la yoğrulmuş,
İslâm’ın şekillendirdiği bir kültürdür. Bu kültür, Tanzimat’tan sonra tedricen,
Cumhuriyet’ten sonra da radikal biçimde, büyük bir değişime uğradı. Osmanlı’nın
çok uluslu, çok dilli, çok kültürlü yapısı, Balkan, Birinci Dünya ve İstiklâl
Savaşı’ndan sonra giderek “ulusal kültür” hüviyetine büründü. Bu süreçte Batı
kültürünün küresel rüzgârlarını da arkasına alarak, tüm İslâm dünyasında etkili
olduğu inkâr edilemez. Dolayısıyla İslâm bilim ve sanatlarının Batı kültürü
gücü karşısında, hem maddi hem manevi olarak geriye çekildiği söylenebilir.
Kültürde 150 yılın sonunda meydana gelen bu kopuşu, 15-20
yılda, siyasal iktidar da olunsa, ıslah kolay değil! Çünkü evvelâ, kopan
zinciri bağlamak, gelenekle yeniden köprü kurmak gerekiyor. Ancak söz konusu
süreçte geleneğe ulaşabilecek bilgi ve beceriye sahip bir nesil de ortadan
kalkmıştır. Şimdi böyle bir nesli yetiştirmek, hem zaman alır, hem eğitim
kurumlarının yeniden düzenlenmesini gerektirir. En azından bundan 200 yıl
önceki kültürel eserleri okumak, anlamak, sonra da çağın formlarına uygun
şekilde yeniden ibda etmek... Zor ve zaman isteyen, program gerektiren bir iş.
Bu, sadece siyasal iktidarla çözülecek bir mesele değildir.
Müslüman camianın tabii bir hâl üzere kendi gayretiyle gelişmesi gerekiyor.
Geçmişte önünde siyasi-kültürel engeller vardı, onlar aşılıyor. Ama şimdi asıl
aşmamız gereken engel, bizde o süreçte oluşan “kültürel/zihinsel boşluk.”
Müslüman camianın artık bu “kültürel/zihinsel boşluk”tan kurtulması gerekiyor.
Açıkçası medeniyetin maddi cephesini elde etmeye çabalayan
bu kitlenin, artık medeniyetin salt maddi cephesiyle fethedilemeyeceğinin
farkına varıp, kültürel cephesini fethetmeye çabalaması gerekiyor.
Türkiye bir yandan global kültür endüstrisine
entegre olmaya zorlanıyor ya da mecbur bırakılıyor, bir yandan da millileşme
hamleleri yapıyor. Bu büyük küresel güç karşısında “yerli ve milli” kalabilir
miyiz?
Önce şunu kabul edelim, bu iletişim çağında, kültürler
birbirleriyle alışveriş yapacaklar. Bundan kaçış yok. Osmanlı kültürü de pek
çok kültürden birçok şey aldı. Mesela Bizans’tan… Ancak aldığı kültürü temellük
etti, dönüştürdü, İslam kültürüne mal etti.
Bu noktada bizim başka kültürlerden bir şey almaktan
korkmamamız lazım. Söz konusu küresel kültür endüstrisi karşısında kültürümüzü
nakledecek kurum ve teknolojik güçten mahrum oluşumuz sebebiyle zayıfız.
Bizimkisi bu durumda sürekli alıcı pozisyonunda olmak, taklit ve aldığımıza
dönüşmek oluyor. Oysa aldığımızı kendimize dönüştürmeliyiz.
Kendimize dönüştürebileceğimiz bir kültür
üretimi yapılamaz mı?
Yapılabilir elbet! Bunun ilk yolu, evvela öz kültürümüzü
sağlamlaştırmaktan geçiyor. Batı nasıl, kendi medeniyetinin kaynaklarına
yöneldi ve kültürde bir Rönesans yaptı ise İslâm medeniyeti de kendi
kaynaklarına dönüp yeniden “diriliş” hamlesi başlatmalı.
Bunun için geleneksel kültürle irtibat kurmak, Osmanlı’nın
önemli kaynaklarını acilen yeni harflere aktarmak lazım. Bu yetmez! Peşinden o
eserleri bugünkü neslin anlayacağı dille yorumlamak ve ardından genç
sanatkârların onlardan yeni, çağın dertlerine uygun, çağın dili ve formuyla
eserler ortaya koyması gerekiyor.
Söylediğim, aslında geleneğin, birkaç aşamadan geçtikten
sonra, çağa uygun halde dönüştürülmesi, yeniden canlandırılması. Bu yapılırsa,
romanlara, hikayelere, sinemaya, müziğe “değişmeyen öz” taşınabilir, bir
diriliş hareketi başlatılabilir.
Yerlilik ve millilik, hepimizin meselesi
olabilir mi?
Herkesi bu yolu izlemesi için zorlamaya gerek yok. Önemli
olan, yerli ve milli sanat anlayışı üzere az da olsa, nitelikli seviyeli
eserler ortaya koymak. Sanatta seviye ve nitelik, seviyesizi kovar. Aslolan
kalabalık ve egemen olmak değil, az da olsa seviyeli ve nitelikli eser üretmek!
Sanatta kalabalıklara bakmayın siz, nitelikli ve seviyeli olan, kültür
piyasasını yönlendirir. Müslüman camia artık bunun peşinde olmalı.
Türkiye’de entelijansiyanın aşamadığı sorunlar
nelerdir?
Türk aydınlarının aşamadığı en büyük sorunlardan biri,
kendi kaynaklarına ulaşamamak, onları anlayamamak, onlardan yararlanamamak.
İkincisi, kendini sorgulamamak, eleştiri kültürüne aşina olmamak. Üçüncüsü,
sanat/edebiyat dünyamızın sahih yol ve yöntemden uzak oluşu… Genç aydınların
önünde, onlara kılavuzluk edebilecek, donanımlı şahsiyetlerin olmaması.
Şiirle bitirelim... Necip Fazıl Kısakürek,
Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimler genç yaşta şiirleriyle dikkat çekmeyi
başardılar. Bugün benzer etkide yetenekli genç şairlerle
neden karşılaşmıyoruz? Şiir ölüyor mu?
Her devrin şartları farklı. O dönemler, güçlü sesin öne
çıkmasına elverişliydi. Mesela Büyük Doğu gibi başka dergi yoktu, varsa da bir
iki tane. Edebiyat, toplumda daha çok etkiliydi. Ancak 21. yüzyıl, teknoloji ve
iletişim çağı, çokseslilik, uğultu, kalabalık, kültüre de egemen olmaya
başladı. Edebiyat dergileri, yazarlar, şairler çoğaldı, hatta korolar oluştu,
dünyevileşmenin de etkisi var bunda. Oysa korolarda solo sesler kaybolur. Şimdi
kültürde “koro çağı”, solo seslerin fark edilmesi daha zor. Ama bu, şiirin
öldüğü, öleceği anlamına gelmez.
Şiir, insan yaşadığı müddetçe yaşayacaktır; çünkü vicdanın
sesidir. Şiir de vicdan da ölmedi ama vicdanın sesi, bunca kalabalık, bunca
araç-gereç, bir sürü uğraş arasında kısıldı. Kısılsa da insan daima vicdana
muhtaçtır ve bir gün vicdanlar onca makine yığını arasından haykıracaktır. Bana
göre, çağımız şiire, geçmişe göre daha da muhtaç ve bu ihtiyaç, zamanla şiirin
daha da güçlenmesine yol açacaktır.
Ve şundan eminim: Müslümanlar her çağın olduğu gibi, bu
makine çağının da en güçlü vicdanıdır. Çünkü İslâm, Batı’nın unuttuğu
vicdandır. Vicdan susmuş olabilir ama bu suskunluk onun öldüğü anlamına gelmez.
Şiir de öyle…